En buruk bayram bu bayram oldu. 
Oysa şarkının sözleri en büyük bayram bu bayram diye başlıyordu. Evet... Yirmi üç Nisan hiç böyle kutlanmamıştı. Akşam saat dokuz 'da balkonlarda hazırdık. Her hangi bir tören hazırlığımız yoktu. Resmi program olmadığı için bütün sorumluluk üzerimizdeydi. Ailenin büyüğü olarak sevk ve idare bana düşüyordu. Tören senkronizasyonu için bir kulağımız televizyondaydı. Oğlanlardan birisi balkon düğmesini açıp kapatıyor, diğeri ıslık çalıyordu. Saat tam dokuz olunca da İstiklal Marşı'nı söylemeye başladık. Protokol tribününde biz... Nedense içimden selam çakmak da geldi. Hiç okumadığımız kadar güzel, gür ve tane tane söyledik. Karşı site balkonları da yerlerinde hazır, tören seremonisini kaçırmamaya çalışıyorlardı. Mahalleyi hiç bu kadar coşkulu görmemiştim.
İlk kez, ilk meclisin içindeki insanlara bu kadar yakındık. Yanımızda hissettik hepsini. Gözümün önündeki her balkonda, bir tanesi vardı mebusların. Kulağımıza fısıldadıklarını duyabiliyordum: "Her şey sizin içindi..."

Protokol tribünü hiç bu kadar samimi insanlarla dolmamıştı. Her hangi bir yazı, görevlendirme olmadan, tamamen içimizden gelerek... Ben balkonun en önünde olmalıydım. Çünkü babayım. Protokolde sıra çok önemli! Bu dizilişe itiraz etti ufak. Çocuk bayramı olduğunu hatırlattı ve en öne geçti. Ben biraz bozuldum ama haklıydı tabi.  
Bayramın tam adı: Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. 

Bayram ismindeki ulusal egemenliği anlıyordum da devamında çocukları işaret eden kısmı ne derece taşıdığımızı da sorgulamadan geçemedim. Her yıl televizyonlarda uzmanlar, tarihçiler uzun uzadıya, sözleri eğip büküp, Atatürk'ün bu bayramı neden çocuklara armağan ettiğini izah etmeye çalışırlardı. Zaten o zamanki çocuk profilini birazcık hatırlayan hiç kimse, Gazi'nin işaret ettiği düşünceyi anlamaması mümkün değildi. On beşliler, Ali'ler, Mehmet'ler... Büyük Destan'ın küçümsenemez çocukları geçiyor gözümün önünden bir bir. Asıl soru şu: 

En önemli bayramı çocuklara ithaf edilen günümüz ülkemiz insanları, bu mesajı ne kadar aldı? Çocukların bayramına iştirak etmek yüz ister. Önce sevgi ve saygıyı anlatmalı. Gözlerinin içine cesurca bakabilmeli, bakarken: senin için en iyiyi en doğruyu en güzeli seçiyorum diyebilmeli insan. "Büyük" denen insan güruhu burada belli eder, hissettirir kendisini. Öbür türlü Şam babasını geçemeyiz. Şam babasını belki herkes bilmez, söyleyim: Bağ bahçeyi, araziyi ayıran ayrıtlarda, belli bölümlerde ve köşe başlarında bulunan gözle görülür tümsek ve çıkıntılardır. Bulundukları yerde öylece dururlar. Bir şey yapmazlar; Ama hep dururlar.  "Şam babası gibi durma!" çıkışması buradan gelir. Bir büyüğe söylenebilecek en ağır sözdür. Kavgada söylenmez. Çünkü hiçbir büyük böyle bir pasifliği kendisine yediremez. 

Bir çocuğun ömrü boyunca hayran hayran bakacağı o müstesna koltukları hedef oluşturup, bir günlüğüne de olsa oraya oturtup "bak biz sana ne kadar değer veriyoruz! Yaaaa..." diyebilecek ikircikliği her sene bir daha sergilemek. O bir günlüğüne koltuklara oturttuğumuz çocuklar bir an dile gelseler ve "ne yaptınız bizim için" deseler, ne cevap veririz? Hele Milli Mücadele'de sahne alan çocukların sorabileceklerine hiç girmeyim.

Her günü bayram tadında geçmeli çocukların. Okula, derslere güle oynaya, koşarak gitmeli. Eve geldiğinde, sofrada, bir bayram yerinden gelmiş gibi heyecanlı, anlatacak kelime bulamamalı. Ertesi günü sabırsızlıkla, hafta sonunu hayıflanarak beklemeli. Emin adımlarla yürüyeceği yolu, ders notlarından çok, kazanacağı güzel davranışların oluşturacağını bilmeli. Bu düşünceyi damarlarına dek hissetmeli. Büyüklerinin, onun için oluşturduğu yola güvenmeli. Ertesi gün bir sürprizle karşılaşmayacağı sabahlara uyanmalı. Öğretmene ana gibi baba gibi derken, bunu bir şarkı sözünde geçtiği için değil kalbinden söylemeli. Zaman içerisinde ülkenin içinden geçtiği zor günleri hissettirmeden, körpe dimağlarını aşındırmadan, olumsuz duygu ve hasletleri filizlendirmeden büyümelerine fırsat verilmeli. Medya canavarlarının hiçbir zihnin kaldıramayacağı ucube lakırdılarından uzak, sakin, dingin bir çerçeve içinde bulunmalarına özen gösterilmeli. "Güzel ve çirkin" tanımlarının sağlıklı pekişmesine dönük elit ve etik bir mücadele sergilenmeli. (Bu konuda oluşan büyük açık son yıllarda birazcık hissedilerek "değerler eğitimi" çatısı altında çalışmalar başladı.)Tevazu, yardımlaşmak, hoşgörü, kitap, iyilik, vefa, empati, temizlik, doğruluk, çalışmak... Bu kelimelerin sarmalında büyümelerine ortam sağlanmalı. Takip edilecek, eksikliğinde alarma geçilecek, önü alınacak mevzuular bunlar olmalı. Şu an bir çocuğun tanım kümesi olarak gördüğümüz tek konu: başarı. Bu yanlıştan bir an önce dönülmeli. Değerlendirme kriteri olarak, kader çatısında hazmetmeye çalıştığımız test rakamları kadar, daha iyi davranış ve uygulamalar da sonuca dâhil edilmelidir. 

İşte o zaman,  bir günlüğüne koltuğa oturacak o çocuğu kıskanmayacak diğerleri. "Ben de yaparım, ne var ki!" diyecek. Daha bir yüzümüz olacak bakmaya o küçük, masum gözlere... Kendimizi, yürüdükleri hayat güzergâhlarında, gayri ihtiyari karşılaştıkları Şam babaları gibi değil, ayağı yere basan büyükleri gibi hissedeceğiz. Ve işte o zaman, o büyük bayramın tam ismini göğsümüzü gere gere söyleyeceğiz: 
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı...