1997 yılında kıpırdanmadan zirveye varmıştı. Erzurum'da bir general, başbakana küfretmiş, Sincan sokaklarında balans ayarı adıyla tanklar yürütülmüştü. Amiral gemisi olarak gösterilen Hürriyet Gazetesi de o günler de "Beceremedin, çek git" diye manşet atmıştı.
Erbakan'ın yaşantısı ve siyaset tarzı, bazılarının zihniyetine uymuyordu. Eşinin başı kapalıydı. Beş vakit namazını bırakmıyordu. Siyasi faaliyetleri arasında da ibadete yer ayırıyordu. O zamana kadar Cuma namazına bile giden bakan veya başbakan yoktu. Mesela Demirel, Ramazan günü Moskova'ya yaptığı ziyarette Kremlin Sarayı'nda Rus lideriyle kadeh tokuşturabiliyordu.
Erbakan, %3-%5 oylarıyla siyasette yer alsa sorun değildi. Bu yaşantı ve bu zihniyetle iktidara gelince birileri, buna katlanamaz oldular.
Emin Çölaşan, "Ben Erbakan'ın başarısız olmasından korkmuyorum. Aksine başarılı olursa birden iktidardan indiremeyiz. Bütün endişem, budur" diyordu. Erbakan da başbakanlığı döneminde askeriyeye %70 zam yaptı. Ardından devlet memurlarına yüzde üç yüz zam yaptı. Bu parayı nereden bulacaksın diyenlere havuz sistemini kurarak iktisadi devlet teşekküllerinin özel bankalardan kredi almasının önünü kapattı. Faizle devleti soyan özel bankaların rantı ortadan kayboldu.
İslam Devletleriyle ilişkileri artırdı. D8'ler denilen uluslararası teşkilatı kurdu. Yeni bir blok gibi ortaya çıktılar. Dünyanın gözü açıldı.
İsrail İMF ile ilişkileri asgari düzeye indirdi. Yeni kredi tekliflerini reddetti. Seccade, bakanlıklara ve resmi dairelere girdi. Okullarda bile mescitler açılmaya başladı.
Maddi kaynakları ellerinden batı aşıkları, manevi gelişmelerden de rahatsızlık duymaya başladılar. Hükümeti parçalamak ve düşürmek için her çareye başvurdular. Birbiriyle düşman görünen işçi ve işveren sendikalarının temsilcileri, Beşli İnsiyatif adı altında bir araya gelip laik cumhuriyeti kurtarma savaşına giriştiler.
O günlerde ABD'den yeni gelmiş olan Org. Çevik Bir, açığa soyunarak hükümete ültimatom vermeye başladı. Batı Çalışma Grubu kurarak Org. Erol Özkasnak marifetiyle önce ordu içindeki subay ve assubayları fişlediler. Eşi kapalı olanları, namaz kılanları, evinde Kur'anı-ı Kerim meali ve ihtimal gibi kitaplar bulunanları fişlediler. Yaş kararlarıyla bunların çoğunu ordudan attılar.
Sıra üniversitelere geldi. Başörtülüleri üniversite kapılarından sokmadılar. Girebilenleri de ikna odalarında perişan ettiler. Tehditleri, kız öğrencileri sindiremedi. Sonra bunun kaynağı İmam Hatip Liseleri dediler. Kapatmayı göze alamadılar. Katsayı engeli, kontenjan sınırlaması ve girebilecekleri fakültelerle ilgili kısıtlamalarla önünü kesmeye çalıştılar.
28 Şubat'ta 1977'de esen ters yel, yetişen bütün ürünleri kurutmayı hedefliyordu. Bu hedefi en kısa zamanda gerçekleştirecek adam aramaya başladılar. Mesut Yılmaz, "Siyasi hayatıma da mal olsa İmam Hatip Liseleri'ne olan talebi yüzde ona indireceğim" diyerek yola çıktı. Gerçekten de başardı. O dönemde okulumuzda 5000 öğrenci vardı. Mesut Yılmaz döneminde 500 öğrenci kaldı. Ama kendisi de siyaset sahnesinden silindi.
Okulumuzu bu hale getirenlere herkes lanet okurken üç zümre seviniyordu. Yolda karşılaştığım laikçi ateist bir arkadaşım durumdan memnundu. Bundan sonra bu okullardan sadece imam yetişir, diye seviniyordu.
Birileri de "Kapatılsa da fark etmez, bizim kolejlerden daha sağlam gençler yetişiyor" diyordu. Kur'an'dan, hadisten habersiz gençleri, onların yerine koyuyordu.
Üçüncü zümre ise İmam-Hatip Liselerinin açığını biz kapatırız, diyordu. Zaten bizim Kurslar varken İmam Hatiplere ihtiyaç yoktur tezini savunuyorlardı.
Sonuçta bu iki zümrede de fiilen büyüme ve gelişme görüldü. Din eğitimi, devlet denetiminden çıktı, merdiven altına girdi.
Betı Çalışma Grubu, her vilayette teşkilatlanmıştı. Okulumuzda olup biten doğrudan onlara ulaşıyordu. Kız öğrencilerin başörtülü olarak derse girmesi, onların gözüne batıyordu. Başörtülü bayan öğretmenler, gün aşırı sorguya çekiliyorlar, bir bir okulla ilişikleri kesiliyorlardı.
Dernekler, vakıflar, yurtlar, özel öğretim kurumları baskı altındaydı. Ben vakıf başkanıyken Batı Çalışma Grubu'nun denetimiyle karşılaştım. Nasıl olduğunu iyi biliyorum.
Zulmü kadınlar ve kızlar, daha çok hissettiler. Biz ise onların gözyaşlarının şahidi olarak kahroluyorduk. İmam Hatipli olmak, vebalı olmaktan beterdi. Orta kısmını bile orada okuyanlara devlet dairelerinde iş imkanı yok gibiydi. İsmail Hakkı Karadayı, kendinden emin olarak "28 Şubat 1000 yıl yaşayacak" diyordu. Beş yıl bile sürmeden 28 Şubat zihniyetinin hiç arzu etmediği iktidara şahit oldu. Geriye bin yıl sürecek bir nefret kaldı. "Milletime yönelen namluya selam duramam" diyen Muhsin Yazıcıoğlu gibi liderler meclise girdi.
Bülent Ecevit'in bir Merve Kavakçı'ya tahammül edemediği günler geride kaldı. Onlarca başörtülü milletvekili meclise girdi. Yeni Ecevitlerin gözlerine baka baka mecliste nutuk atıyorlar.
Ama yıllarca zulme uğramış, horlanmış, meslekten atılmış, eve kapatılmış, idealleri elinden alınmış binlerce kız öğrenci, öğretmen ve memurelerin çektikleri zulmün hesabı nerede? "Allah zalimleri sevmez, Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir." Amenna. "Mazlumun bedduasından sakının buyuruyor." Hz. Peygamber, Atalarımız da "Mazlumun ahı tahttan indirir şahı" demişler. Dün kendilerini şah/padişah sananlar, bugün neredeler? İsimleri, olsa olsa lanetle anılıyorlar.
Öyleyse suyu yokuşa doğru akıtmak isteyenlerin sonunun hüsran olacağını unutmamak gerekir. Milletle barışık olmayanları millet, bedeninde barındırmaz, safra gibi atar.