Bir ferdin hiç günah işlememesi yani ismet sıfatına sahip olması söz konusu değildir. İsmet, peygamberlere özel bir sıfattır. Her insan büyük yahut küçük bir takım günahlar işler. Ancak bu cümle, "insan günah işlemek zorundadır" şeklinde anlaşılmamalıdır. Kastımız insanın günah işleme potansiyeline sahip oluşudur.
Hal böyle olunca fertte esas olan mümkün mertebe günahlardan kaçınmak, kaçınamadığı haller için de tevbe etmektir. Diğer önemli bir husus da bu halin kişide ömür boyu devam etmesidir. Müslümandan talep edilen bir ömür (günah-tevbe arasındaki) bu gerilimle yaşaması, sürekli silkinme/kendini kaybetmeme halidir.
Fert bağlamında durum böyle iken toplumsal olarak tam tersi söz konudur diyebiliriz. Zira aslolan ismet-i ictimaiyyedir yani toplumun günahsız olmasıdır. Bu da ancak kamu vicdanında günahın günah olarak kabul edilmesi ve bunun süreklilik arz etmesiyle mümkündür. Hz. Âdem'le başlayan İslam tarihine bakıldığında hiç bir dönemde, peygamber efendilerimiz hayattayken dahi fertlerde günahın sıfırlanması söz konusu olamamıştır. Yani mesela Hz. Peygamber (s.a.s.) hayattayken bile zina eden, içki içen, iftira atan fertler toplumda var olmuştur. Elbette yaptıklarının cezası da tatbik edilmiştir. Ancak ferdi günahlar topluca helaka sebep olmamıştır. Âd, Lut, Semud ve benzeri önceki ümmetlere dair Kuran ve Sünnet'te verilen bilgilere baktığımızda bu kavimlerin helak edilmelerinin toplumun büyük kesiminin bir günahı benimsemelerinden ve o şeyi günah olarak kabul etmemelerinden kaynaklandığını görebiliyoruz.
Buraya kadar izaha çalıştıklarımızı özetle iki maddede ifade edebiliriz: 1) Fert olarak günahsız olamayız ama ondan kaçınmalıyız. Günah işlediğimizde hemen tevbe etmeliyiz. 2) Toplumsal olarak günahsız olabiliriz, olmalıyız. Bu da yaşadığımız toplumun günahı günah olarak kabul etmesi ile mümkündür.
Fertler günah işlediklerinde tevbe ile bu günahı telafi imkânına sahipse peki toplumsal olarak tevbe nasıl olacaktır? İşte bu sorunun cevabı önem arz etmektedir. Biz şöyle diyoruz: Ferdi olarak tevbe ne ise toplumsal olarak da "emr-i bi'l maruf ve nehy-i ani'l münker" yani insanlara iyiliği emretmek ve onları kötülükten sakındırmak da odur. Nitekim Kuran-ı Kerim'de Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: "İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Âl-i İmrân, 3/104)
Hz. Peygamber'in de (s.a.s.) bu konuda çok dehşetli mesajlar içeren hadisleri mevcuttur. Bir hadis şu şekildedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki ya iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarsınız ya da Allah size katından ceza gönderir de sonra O'na dua edersiniz, duanıza icabet edilmez!" (Tirmizî, Fiten, 9)
İşte İslam toplumlarında son zamanlarda ortaya çıkan problemlerin en önemli sebeplerinden biri de emr-i bi'l maruf ve nehy-i ani'l münker vazifesinin terk edilmesidir. el-Hak Diyanet İşleri Başkanlığı ve diğer bazı kuruluşlar bu görevi kurumsal olarak yerine getirmeye çalışıyor. Ancak bu vazife hakikatinde fert fert her Müslüman'a düşmektedir. Anne babalar çocuklarını, yaşlılar gençleri, patronlar işçileri, amirler memurları hasılı bu görev en küçüğünden en büyüğüne kadar toplumsal tüm gruplara yayılmalıdır ki "ismet-i ictimâiyyeyi" yani toplumsal olarak günahsızlığı muhafaza edebilelim. 
Netice: İyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevi münferit günahları sıfırlayamaması nedeniyle ret ve terk edilmemeli. Aksine toplumun masumiyetini koruyan bir refleks olarak kabul edilmeli ve sürekliliğinin sağlanması gereklidir.