Bilgiyi dikenlerden dereceğiz
Birlik içinde dirlikle yürüyeceğiz
Okuyalım hep okuyalım
Bu ateş yeni yanmış gibi
Okuyalım hep okuyalım
İlk emri bugün almış gibi
Bu mısraları, İmam Hatip Lisesi’nde çalıştığım dönemde, Çanakkale Programını izlemeye, Ankara'dan gelen bir Başmüfettiş yazdı. Okul müdürü de bana iletti. Ben de bir beste yapmaya çalışmıştım. Yazmaya çalıştığım konuya iyi bir başlangıç olacağı düşüncesiyle, en başa oturttum. Kaide önemli! Maksat, niyet… Filizlenen dallarından fışkırttığı, sanki yağmur sadece kendisi için yağmış duygusunu veren, şımarık ve küstah yapraklarının ışıltısından göremediğimiz ama hep orada olduğunu bildiğimiz. Asıl olan…
Üniversiteden çok sevdiğimiz bir Hocamız vardı. Ali Bey. O, kendi alanında bir duayendi. Her hareketi, mimikleri, şakaları bile, hepsi ayrı bir ders tadındaydı. Kulak eğitimi konusunda ki uzmanlığı, piyano eşlikleri, keman çalması… Hiç birisi, karakterinin üzerimizde oluşturduğu olumlu havanın önüne geçemiyordu. Herkesin idolü, rol modeliydi. Beni de beğenir, şımartmamak için fazla çaktırmazdı. Müziğin ne olduğunu, akrabalarını, eşini dostunu yeni anlamaya çalıştığım günler. Yaşım 18. Okulun her yeri cennet bahçesi. Cebimde otobüs biletim yok, param da… Mutluyum. Lavaboda bir ezgiyi notaları ile mırıldanıyorum… Tuvaletten Ali Bey çıktı birden! Yüzünde tatlı bir tebessüm ile elini yıkamaya koyuldu. Ben de tuvalette ezgi mırıldanan cahil çocuk. Utandım…
"Si, bemol olacak!" dedi ve gitti…
Bir adam durduk yere çok sevilip sayılmaz. Beni dinlemiş. Harbi harbi… Ciddi ciddi… Hem de tuvalette! Notalar hızlı seyrettiği için bemolü sıkıştıramamıştım. Biliyordum aslında si'nin bemol olduğunu. Mesele si'nin bemol olup olmaması değil. Eğitim, dört duvar arasına hapsedilecek talihsiz bir nesne değil. Takip edildiğini, kollandığını, önemsendiğini bilmek. Asıl olan…
Ali Hoca'nın müziği öğrendiği ortam çok sarsıcı. Erzurum'da, mahallelerinde bulunan bir demirci varmış. Küçük Ali, İlkokul yılları, yaz tatilinde, dükkânın önünde durur, hayran hayran izlermiş demirciyi. Ali'nin dükkândaki devinimleri, demir çubuklarla tuttuğu ritimler, demircinin dikkatini çekmiş. Onu, dükkânın bir bölümünde oluşturduğu ve demircinin büyük sırrını içinde barındıran kısmına götürmüş. Burada birçok enstrüman, sahne fotoğrafları, ödüller, plaketler, gazete haberleri varmış. Meğer demirci, 50'li yıllarda İstanbul'da sahne alan, konservatuvar mezunu bir sanatçı imiş. Yaşadığı bazı talihsizlikler sonucu, baba ocağına, baba mesleğine geri dönmüş. Demirci, Ali'yi yanına çırak olarak almış. Ona haftalık da vermiş. Demirci, Ali'nin demir dövmesinden çok, kemanı tutuşuna bayılmış. Kulağının da çok iyi olması, öğrettiği her şeyi almasına, günden güne gelişmesine sebep olmuş.
Ali Bey'in bu hikâyesini duyduktan sonra, müzik konusunda, kimseye önyargılı bakmamaya başladım. Işıltısından çok, gövdesindeki özü görmeye çalıştım. Asıl olanı…
Yine İmam Hatip Lisesinde çalıştığım yıllar… Müdür muavini odasında tatlı bir sohbet var. Okulun meslek hocalarından bir abimiz konuşuyordu ve ben odaya girince, mevzuyu değiştirdi;
"Geçen gün Kubbeli 'de namaz kıldım. Selamı verdim. Hocaefendi arkada beni izliyormuş. Yanıma geldi. Bana, namazdaki duruşumun yanlış olduğunu ve şu öndeki gibi durmam gerektiğini söyleyerek ikaz etti."
Buraya kadar her şey güzel. Olabilir. İnsan hata yapabilir. Odada hiç kimse burada yadırgayacak bir şey göremedik. Her ne kadar İmam Hatip'te meslek hocası da olsa, kendisini ikaz eden de sonuçta bir İmam…
Odadaki diğer arkadaşlar "ne olmuş, ne var bunda?" dediler.
Hocamız devam etti: "İyi güzel de, İmam'ın bana misal olarak gösterdiği kim biliyor musunuz?"
Odadakiler ve ben merak içinde beklerken, hoca baklayı ağzından çıkardı: "Müzikçi!"
Odada bir kahkaha, kıyamet kırla giderken, bende değişik bir mahcubiyet oluştu. Örnek kişi bendim ve bir meslek hocasına ders olarak gösteriliyordum. Konunun öznesi olan ben, küstahlık yapmışım gibi düşünüp tuhaf duygularla boğuşurken, hocamız, son noktayı koydu : "İmam'ın ikazına mı, bir zurnacıyı bana misal göstermesine mi yanayım?"
Kimi zaman bir demirci, kim bilir bazen de bir zurnacı; fark etmez kaynağı… Yağmurun geldiği suyu sorgular mı ağaç? Ya güneşin kaynağını? En sevdiği besteyi dinler durur her gün; rüzgârın yapraklarına dokunuşuyla… Söylenmez kendi kendine : "Yeter artık, değiştirin şu şarkıyı!". Bir cahilin çakısı göğsünü yaralasa çıkarmaz sesini, ağlar için için, yine de küsüp, esirgemez gölgesini… Park - bahçe görevlilerinin, ellerinde makaslarla görünce geldiğini, korkmaz. Kesilirken kolları, canı hiç acımaz. Bilir ki konser arası… Kulak bu! O da dinlensin, özlesin biraz.
Nedendir bu telaş, her gün bu cefa
Ceketindeki söküğü dert sanan kafa
Senden yaramazı var mı şu sınıfta?
Bu gemide en fazla, olursun tayfa.