Eğitimin amacı; kaba manasıyla, bireyin davranışlarında olumlu değişiklikler meydana getirmektir. Kitap okumanın amacı da, gezip görmenin, yeme içmenin, çalışmanın ve hatta uyumanın da… Amaç, davranışları doğrudan değiştirmek değil aslında. düşündürmek… Kıyas yapabilecek ortamlar yaratıp, kendi aklı ile doğruyu bulabilecek yaşantıların önünü açmak. İnsanın kendi aklı kadar güzel bir nesne yoktur. Onun marifeti, her şeye kadirdir.


Yerinde bir yakıştırmadır, "kitap kurdu" derler. Onlara daha bir bakarım, inceden… Süzerim tepeden tırnağa… Kitabı görebilmek için belki de… Sayfalarını karıştırmak, en azından ön sözünü okumak, ruhundan bir esinti almak isterim. Hiç bilemedimse gider bir omuz atarım; "pardon" demesini, sesini duyarım. Okuduklarına değil aslında yaklaşmam, edindiklerine… Okuduğu kitapta ki bir kahramandır O! Hayranlık duyduğu bir kişilik, imrendiği bir tarzdır. Kitap gibidir! Dizinin dibine oturup, sükût edip, saatlerce konuşması beklenesi… Ve sonra söz sırası geçince bana, dilimi sürçtüren o tatlı ve acemi telaş… "Ben de okurum, beni de alın kahramanlarınızın yanına" çabaları…


Gezen gören insana da, kitap kurtlarına baktığım gibi bakarım. Üzerlerinde, konuşmalarında, yaklaşım ve tutumlarında bir farklılık bulmak isteyen gözlerle… Avrupa'ya gitmedim. Ama Avrupa'yı karış karış gezen bir amcam var. Amcamı öyle bir dinledim ki, daha doğrusu amcam o kadar güzel anlattı ki, şu an Berlin'de olsam, kırk yıllık Berlinli gibi, kılavuza ihtiyaç duymaz, dolanırım her yerinde… Yılladır, yaz tatillerinde, baba evinde geçen kısa süreli ziyaretlerinde, anlattıklarını dinleyip, "Avrupa ve Avrupalı" figürünü anlamaya çalıştım. İlk geldiklerinde gözüm, yanlarında getirdikleri renkli hediye ve çikolatalardaydı. Çocuktum… Zamanla, yaşantılarında kurdukları "günlük hareket tarzının" bizlerden çok farklı olduğuna şahitlik etmeye başladım. Evvela, yaşıtım olan kuzenlerle sokakta oynamak istedim. Oynayamadım… Onlara göstereceğim o kadar çok marifetim vardı ki! Ayağımda top sektirmek, kafamda top durdurmak, üç yüz çeşit ıslık çalmak, mahalleyi baştanbaşa geçen kâğıttan uçak yapmak, bunlardan sadece birkaç tanesiydi; gösteremedim… Saatleri hatta dakikaları planlıydı. Bu plan içerisinde sokak oyunu yoktu. Sekiz buçuk: kahvaltı, on otuz: kitap okuma, on üç otuz: öğle yemeği, on dört: kestirme, on altı: mezarlık ziyareti, on yedi: çarşı gezmesi vesaire… Günlük yaşantıma arkadaş olamayacak kadar uzaktaydılar… Benim programım, onlarınkine göre çok zayıftı:

"Sabahtan akşama kadar sokak!" 

Hiç olmazsa onlar bizdeyken programımı değiştirebilirim diye düşündüm. "Avrupalı olmanın" ucundan tutabilmek için belki de… Sıkı programa öğlene kadar dayanabildim. Oruç tutmak gibiydi. On sayfa okuyabildiğim kitabı ardımda bırakıp, iki saattir bahçede oynayan arkadaşlarıma, sanki gurbetten dönmüşüm sevinciyle koştum. Bir tanesi sordu:
 

"Şu mersedes size mi geldi?"

Bu soruya sıradan bir "evet" cevabı olmazdı. Ballandırmalıydım. Bütün Almanya bizdeydi çünkü… Berlin duvarı yıkılmış, doğu ve batı Almanya birleşmişti. Ve mersedes! Dört tekerli bir araç değildi sadece. Gördüğümüzde gözümüzü alamadığımız, sindire sindire bakmak için uygun bir görüş alanı bulmaya çalıştığımız harika…
 

"Hem sıfır hem de iki yüz kırk açıyo! Yaaaa…"

Üzerimdeki renkli tişörtü incelediler. Oyuncak getirip getirmediklerini sordular. Arabaya bindin mi dediler. Arabada ki emniyet kemerinin ne işe yaradığını anlattım. Lastiklerin çelik zırhlı olduğunu, camların kurşun geçirmediğini, yangın tüpünün, camı kırmak için kullanıldığını söyledim. Hayran hayran dinlediler. Zaman içerisinde, bünyemde oluşan özgüven tahribatlarını onaran bakışların hepsini topladım. Ve sonra, hiç anlayamayacakları cümlelerle devam ettim:

"Arkadaşlar, öğleden sonra ben yokum. Programım oldukça dolu… On üç otuz: öğle yemeği, on beş: kestirme, on altı otuz: çarşı…