Babam ne zaman bizden iki adım önde sallana sallana yürüse, bilirdim ki çarşıya üst baş almaya gidiyorduk. Benim daha uzun süre üstlenemeyeceğim bir sorumluluk ve bununla beraber gelişen bir gurur taşıyordu. Annem ezberlediği bol ünlemli tembih sözleri ile beni doğru yolumda yürümem konusunda ikaz ediyordu. Annemin vazgeçilmezi haline gelen bu sözler bir süre sonra yolda bize eşlik eden fayton, marangozhane, araba ve koşuşturmaca seslerine karışıyordu. Babam tüm bu curcuna arasında, arkadan gelen kıymetlilerini ayırt ediyor, yürüyüşünü ve salınımını hiç bozmuyordu. Bana bir ayakkabı, kardeşime de pantolon alınacaktı. Annem için bir şey almaya gerek yoktu. O kendisi hallediyordu zaten… Dikiş nakış işleri elinden geliyordu. 
Benim en heyecanlı ve bir yandan da en çetin sınavımdı bu kısa yolculuklar. Büyüdüğümü kanıtlamak, adamlık yolunda olgunlaştığımı göstermek için atılan ilk ciddi adımlardı. Annemin elini bırakmamak, lüzumsuz isteklerde bulunmamak, simitçinin ya da dondurmacının yanından geçerken bile susabilmek… Zor işti…
Babamın cömertliğini test etmek gibi bir küstahlığa girişmek… Bunu kimse düşünmezdi. Zaten herkes makul ve mantıklıydı. Küçük kardeşim bile… Bir babanın en büyük gücünü, yanındakilerin takındığı bu erdemli tavırların oluşturduğunu biliyordum. İşte bu yüzden onun heybetine zarar verecek en ufak bir hareket yapmayacak, uslu çocuk olacaktım. O ayakkabı ile sulara girmeyecek, yolun çamurundan sakınacak, topa vurmayacak, zıplamayacak, zıplasam da yere hafif düşecektim! Yere basmadan yürümek… Yürüyen merdiven, asansör, ayağımızı yerden kesen tüm taşıtlar… Bunların hepsini de benim gibi çocuklar bu duygularla icat etmişlerdi. Evet! Kesin böyle olmuştu. Bir sonraki çarşıya çıkışımızda yüzüm olmalıydı bir şeyler istemeye. Aferin oğlum, temiz giymişsin deyip takdir edilmeliydim. Hak edilmeliydi her şey. 
Annem ve babam… Hayat okulunun öğretim elemanlarıydı. Hiç ücret almadıkları bu işi çok önemsiyorlar, toplumda yerleşeceğim dokunun parlayan bir parçası olmam için çabalıyorlardı. Onlardan iyi not almak çok zordu. Zor olmalıydı… Hayat okulunu ne kadar çetin yaşarsam ilerisi o kadar kolay olurdu. Kayırmadılar, kollamadılar…  Sokaktaki ağlamama balkona çıkıp seslenmediler. Camın arkasından gizlice izlediler ben görmeden. Yetişmediler ne oluyor diye. Düştüğüm yerden kalkmamı beklediler.
Ayakkabıcılar Arastasında hiç gezmedik. Babamın tanıdığı ahbap bir dükkâna girdik. Standart memur beğenilerini içinde barındıran mat ve iddiasız ayakkabılar vardı. Sanki ertesi gün babamla beraber kravat ceket takıp mesaiye devlet dairesine gidecektim. Adam ayakkabıları içerisinde beni cezbeden hiçbir şey yoktu. Baktığımız ayakkabı babamınkinin minyatürü gibiydi. Boyum posum, haddim hududum giydiğim ayakkabıdan belli olmalıydı. Babam haklıydı! Gözüm ayakkabıma takıldıkça, memur çocuğu olduğumu hiç unutmayacak, olgun, oturaklı ve gözünün önüne bakan bir insan olacaktım. Hatta babam bu eğitimin sonunda Hayat Okulu Doktorasını da vermiş olacaktı. Dişimi sıkmam, razı ve makul olmam çok önemliydi. 
- Sıktı mı?
- Yo! İyi…
- Giydikçe açar…
Babam araya girdi ve biraz büyük olmasının daha iyi olacağını, önümüzdeki seneleri de düşünmemiz gerektiğini hatırlattı. Kısa yoldan adam olmuştum. Bundan daha büyük bir bahtiyarlık olabilir miydi? Hafta sonu giymedim. Okulda giydim sadece. Satıcının dediği gibi açmadı ama ayaklarım açıldı. Akşam babam patlayan ayaklarımı görmesin diye çoraplarımı çıkarmadım. Annem geceden gazete kâğıdı tepti içine. Açsın diye… Okul dönüşü eve geldiğim gibi, ayakkabı tamircisinin her bir köşesini defalarca diktiği cefakâr spor ayakkabılarımı giyiyor, rahatlıyordum. Eski de olsa beni seviyor, hiç acıtmıyorlardı.
Bir gün bisiklet sürerken ters bir hareket ile sağ ayakkabım çıktı yerinden. Arkadan gelen bir kamyon ezdi onu. Elime aldığımda tutulacak bir tarafı kalmamıştı garibin. Bu saatten sonra ayakkabı tamircisi bile bakmazdı yüzüne. Bir süre futbol oynamayıp, terlikle idare edecektim. 
Akşam babam yeni ayakkabılarımı ve memnuniyetimi sordu. Çok güzel olduklarını ve şükranlarımı ifade eden sözler söyledim. Ve sonra beni çok şaşırtan zor bir soru ile devam etti:
- Spor ayakkabıların da eskidi. Yeni bir tane de ondan lâzım sanki! Ne dersin?
Vasat bir öğrenci olsam bu soruya hiç düşünmeden alalım derdim. İşte o zaman sınıfta kalırdım. Ne de olsa karşımda doktorasını yapmış bir hoca: Babam duruyordu… Şaşırtmacalı bir soruydu. Biliyordum ki birçok çocuk bu tür sorulardan kalıyor, adam olma süreci uzuyordu. Vereceğim cevaptan, alacağım takdirden de emindim. Belki uzun süre spor ayakkabım olamayacaktı ama olsun; Buna değerdi... Hayat okulunda bir üst aşamaya geçmek böyle bir şeydi:
- Gerek yok!