Bak­ka­lın çok hoş­soh­bet bir pa­pa­ğa­nı var­mış. Onun sa­ye­sin­de müş­te­ri­le­ri­ni sü­rek­li ar­tı­rı­yor­muş. Bir gün bak­kal Cu­ma na­ma­zı­na gi­din­ce içe­ri­ye da­lan ke­di, pa­pa­ğa­nı ya­ka­la­ma­ya ça­lış­mış. Pa­pa­ğan da on­dan ka­çar­ken pek çok eş­ya­nın düş­me­si­ne, te­rek­ler­de­ki em­ti­anın dö­kül­me­si­ne, gül­ya­ğı şi­şe­si­nin de dev­ril­me­si­ne se­bep ol­muş.
Bak­kal, bu va­zi­ye­ti gö­rün­ce pa­pa­ğa­nı bi­raz hır­pa­la­mış. Pa­pa­ğa­nın da üzün­tü­den tüy­le­ri dö­kül­müş, ka­fa­sı kel ol­muş. Bir da­ha hiç ko­nuş­ma­mış. Dük­kan sa­hi­bi, pa­pa­ğa­nın gön­lü­nü al­ma­ya ça­lış­mış ama onu bir da­ha ko­nuş­tu­ra­ma­mış.
Dük­ka­na bir gün bir der­viş gel­miş. Ba­şı kel imiş. Pa­pa­ğan onu gö­rün­ce ko­nuş­ma­ya baş­la­mış: "Vah za­val­lı! Sen de kel ol­muş­sun. Yok­sa sen de be­nim gi­bi gül­ya­ğı şi­şe­si­ni mi de­vir­din?"

*   *   *
Os­man­lı dö­ne­min­de ye­ni­çe­ri­ler, za­man za­man sa­ra­ya bas­kın ya­pıp pa­di­şa­hı ve sad­ra­za­mı taht­tan in­di­rip is­te­dik­le­ri­ni tah­ta otur­tur­lar­mış. Böy­le bir bas­kın sı­ra­sın­da sa­ra­yın çev­re­sin­de ka­la­ba­lık top­lan­ma­ya baş­la­mış. Her­kes olup bi­te­ni me­rak­la iz­li­yor­muş. Aha­li­nin ara­sın­da bu­lu­nan Si­mon, ha­ra­ret­le al­kış­lı­yor­muş. Bir İs­tan­bul be­ye­fen­di­si me­rak­la sor­muş:
-Kim ka­zan­dı? Kim ka­zan­dı?
-Da­ha bel­li de­ğil.
-Öy­ley­se ni­ye al­kış­lı­yor­sun?
-Kim ka­za­nır­sa ka­zan­sın, be­nim al­kış­la­dı­ğı­mı gö­re­cek. On­dan son­ra ben ka­za­na­ca­ğım…

*   *   *
Çöl­den baş­ka yer gör­me­miş olan be­de­vi, bir gün ef­kar­lan­mış:
-Ah bir ba­lık ol­sa da ye­sek, de­miş
Çev­re­sin­de­ki­ler sor­muş­lar:
-Sen bu çö­lün or­ta­sın­da ba­lı­ğı ne­re­den bi­li­yor­sun?
Be­de­vi, ki­bir­le­ne­rek ba­lı­ğı ta­rif et­me­ye baş­la­mış:
-Ni­ye bil­me­ye­cek­mi­şim ki? De­ve­ye ben­zer, boy­nuz­la­rı da var.
Bu­nun üze­ri­ne ar­ka­daş­la­rı baş­la­mış­lar gül­me­ye:
-Ah za­val­lı! Sen, ba­lı­ğı bı­rak, de­ve­yi bi­le bil­mi­yor­sun. Boş id­di­ayı bı­rak da işi­ne bak.

*   *   *
Şeyh Sa­di Şi­ra­zi, bir gü­lis­ta­na gi­ri­yor. Bir ba­kı­yor ki ufak bir bül­bül, ağ­zın­da bir gül yap­ra­ğı, gül için ağ­la­yıp du­ru­yor.
Şa­ir, bül­bü­le de­miş ki:
-Ya­hu se­ni an­la­mak müm­kün de­ğil. Gül bah­çe­si­nin or­ta­sın­da­sın. Ağ­zın­da gül yap­ra­ğı var. Ve gül­den ay­rı  düş­tüm di­ye fer­yat edip du­ru­yor­sun.
Bül­bül de­miş ki:
-Ey şa­ir, sen ka­rış­ma! Bu, gül­le ara­mız­da bir naz­dır.
Der­ler ki, "Ne­yin fer­ya­dı da üf­len­me­di­ği an­la­rın fer­ya­dı­dır."

*   *   *
Mes­ne­vi'de an­la­tı­lı­yor:
Çöl­de do­la­şan bir be­de­vi, aç su­suz ka­lın­ca gör­dü­ğü bir ça­dı­ra yak­la­şı­yor. Ça­dı­rın ya­nın­da­ki ko­ca­man bir kö­pek, ada­ma sal­dı­rı­yor. Onun­la ba­şa çı­ka­ma­ya­ca­ğı­nı an­la­yın­ca ses­le­ni­yor:
-Ey be­de­vi! Ben, sa­na dost­ça gel­dim. Sen­den bir ek­mek, bir bar­dak su is­ti­yo­rum. Şu kö­pe­ği­ni çek de sa­na yak­la­şa­bi­le­yim.
Be­de­vi, kö­pe­ği­ni çe­ker. Yol­cu da ça­dı­ra yak­la­şır. İh­ti­yaç­la­rı­nı te­min eder.
Tıp­kı bu­nun gi­bi biz de di­yo­ruz ki:
-Ya Rab­bi! Kur­naz­lık­la­rıy­la yır­tı­cı kö­pek­ten da­ha teh­li­ke­li olan şu şey­ta­nı çek. Zi­ra ben, se­nin is­mi­ne sa­na sı­ğın­dım.
"Eu­zü Bes­me­le"nin bu ka­dar gü­zel iza­hı­nı ne­re­de bu­la­bi­lir­si­niz?

*   *   *
Mev­la­na di­yor ki:
"Hz. İsa, eşe­ğin üze­ri­ne bi­ner­miş. Eşek ol­ma­yı mı, İsa ol­ma­yı mı ter­cih eder­din?
"Eşek, sır­tın­da ta­şı­dı­ğı­nın yü­ce­li­ğin­den ha­ber­siz­dir ama id­rak ede­bil­se eşek­li­ğin­den vaz ge­çer­di.
"O su­re­tin­de bir ve­si­le­si var. Su­ret ol­ma­sa ne İsa'yı ne de Re­su­lul­lah (sav)i gö­re­bi­lir­dik. Za­hir, he­pi­niz için önem­li."

*   *   *
Bir Al­lah dos­tu­na sor­muş­lar.
-Ev­li­yaul­lah kim­dir?
-Gör­dü­ğün va­kit Al­lah'ı dü­şün­dü­ğün zat­tır.