Kendi memleketimin o zaman ki ilçe Milli Eğitim Müdürü beni cep telefonumdan aradı. 
-Sayın Başkanım, ilçemizdeki ortaöğretim kurumlarında "Kariyer Günleri" programı planlaması yaptık. Sizler de bu programa katkı sağlarsanız bizleri memnun etmiş olursunuz, dedi.
İlkokulu, ortaokulu ve liseyi okuduğum ilçeme yön verecek gençlerle birlikte olmak işin doğrusu hoşuma gitmişti. Dolayısıyla bu teklife de sıcak bakmıştım. 
-Tabi ki olur Sayın Müdürüm, dedim. Bundan büyük memnuniyet duyacağımı da söylemeyi ihmal etmedim. Heyecandan olsa gerek programın içeriğini dahi sormayı unuttum. Ama kariyer günleri programlarındaki format aşağı yukarı belliydi. Ufak çapta bir hazırlık yapmam yeterli olacaktır diye düşündüm.
O gün için birim amirime de yıllık iznimden iki gün izin kullanacağımı söyleyerek iznimi aldım. Gitmişken büyüklerimi de ziyaret edip onların duasını almayı da ihmal etmeyecektim. Öyle de yaptım. 
Memleketime gittiğimde İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünü ziyaret ettim. Daha önce burada görev yaptığım için buradaki mesai arkadaşlarımı görmüş olmaktan mutluluk duymuştum. Çay içmeyi bahane ederek onlarla hasbihal etmek gerçekten güzeldi. Zaten ne zaman onları ziyarete gitsem elhamdülillah hep güler yüzle karşılarlar. Bu bir amir için en büyük ödüldür. Bunun tersini de görmek mümkündür. O zaman da birlikte çalıştıkları amirleri ile karşılaşmamak adına kapı arkalarına saklanırlar. Bu anlamda hep hal hatır sormak, onların bir çaylarını içmekten hep memnuniyet duymuşumdur.
Bu arkadaşlarla muhabbetten sonra Müdür beyle birlikte programın yapılacağı Fen Lisesi'ne geçtik. Programın yapılacağı salona geldiğimizde tamamen dolu görmek ve içerideki gençlerin cıvıl cıvıl olması beni heyecanlandırmıştı. Onlardaki heyecanın yıllar geçmiş olmasına rağmen unutmuş değilim. İşin doğrusu ülkem adına ümitlendiğim anlardan biridir.
Mikrofonu elime aldığımda daha çok heyecanlandığımı fark ettim. Oysa mikrofana alışık birisiydim. Ama bu heyecan çok farklıydı. Başladım kendimi anlatmaya. İlçemin dezavantajlı bir mahallesinde yaşadığımdan, yine dezavantajlı bir okul olmasına rağmen burada 8 yıl çalıştığımdan bahsettim. Üniversite yıllarım dahi babamın kahve ocağında çalıştığımdan bahsettim. Bunları anlatmaktan kastım; "Ne kadar zor şartlar altında yaşarsanız yaşayın, her zaman başaracaksınızdır ve bu tamamen size bağlıdır" mesajını vermek istiyordum. Etkili de oldu diye düşünüyorum.
Konuşmam sırasında kullandığım bir cümle birkaç öğrencinin dikkatini çekmiş. 
"Herkes torpile karşıdır, ama herkes torpil peşindedir"
O an çok da dikkat etmediğim bir cümle idi. Konuşmanın sonunda soru soran öğrencilerden birisi böyle bir cümle kurduğumu ve bunun nasıl olacağını sorduğumda söylediğim cümleye dikkat kesildim.
"Herkes torpile karşıdır, ama herkes torpil peşindedir". Klişe bir cümle değil. Belki de bir fotoğraf çekimiydi bu cümle. 
Gerçekten de öyle yapmıyor muyuz? Kurallar işlesin ama bana işlemesin. Talep edenlere "Mevzuat açısından bu yapılamaz denildiğinde, bir yolu muhakkak vardır" denilmiyor mu? Hastane kuyruğunda aradan sıvışarak, sırada bekleyenleri umursamadan muayene odasının kapısı açıldığında içeri doğru fırlayanlar sanki biz değiliz. Kan tahlilini, MR çekimlerini daha önceye nasıl alırız sorusuyla meşgul olmuyor muyuz? Meşgul olmadan öte bunun için araya birilerini sokma derdinde değil miyiz?
Çocuğumuzun mülakatında tanıdık arıyoruz, birilerini araya sokuyoruz ama torpile karşıyız. Çocuğumuzun tayini çıkıyor ama daha iyi bir yer olsun diye çalmadık kapı bırakmıyoruz.  Ama torpile karşıyız.
Zorunlu atamaya tabiyiz. Çalışma süremiz dolunca tayinimiz çıkıyor ama görevlendirme yapmak için sosyal medyada paylaşımlar yaparak mağdur edebiyatları yapıyoruz ama torpile karşıyız.
Kamera yoksa kırmızı ışıkta geçiyoruz cezayı yediğimiz zaman tanıdık birisini bulabilir miyiz? Kaygısını yaşıyoruz ama torpile karşıyız.
Online sınavda kameranın görüş açısının dışındakilerden yardımlar alıyoruz, Whatsapp'tan kopya çekiyoruz, ama torpile karşıyız.
Hakkımız olmadığı halde çakarları yakıp kendimizi özel hissetmeye çalışıyoruz, makamda çalışınca her şey bedava ayağımıza gelsin istiyoruz ama torpile karşıyız.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Evet, torpile karşıyız ama bireysel anlamda kim torpil yapıyor? Devlet dediğimiz; sen, ben, siz değil miyiz? Hangi mevzuatta torpil yapabilirsiniz diyor? 
Maalesef hep kısa yol ve sonunda ödül. Kısa yol ve köşeyi dön. Bir ver üç al. Az para çok köfte. Emek olmasın ama yemek bol olsun… Bizim inancımızda ve örfümüzde yeri olmayan anlayışlar. Toplumların zihniyet inkişafı her daim fen ve diğer beşeri ilimlerin önünde olmalı. Hakkını arayan ama hak etmediğini kabul etmeyen bir insanlık anlayışına ihtiyacımız var.
Kabul etmemiz gerekir ki ben bunu yapamam, başkasının hakkını yiyemem diyecek, memurlara, yöneticilere, arkadaşlara, dostlara ihtiyacımız var. Bunun ötesi var mı?
Torpil meselesi bir sarmal gibi. Ya da tavuk mu yumurtadan olur, yumurta mı tavuktan olur meselesi gibi. Torpili biz mi istiyoruz yoksa torpil olmadan olmuyor mu? Torpil siteminin devamını bilerek ya da bilmeden biz mi devam ettiriyoruz? Oysa Torpilin her türlüsü gayri insani bir davranıştır. Ancak torpilin ayyuka çıktığı yerlerde hakkını gasp ettirmeme arayışlarını göz ardı etmemek lazım. 
Ya da Aziz Kemal Nafi'nin dediği gibi "Meğer ne fakir ruhumuz, ne çok bastırılmış duygumuz varmış da, ortaya çıkacağı zamanı bekliyormuş. Olmadı efendiler, bizim kumaşın kalitesi düşük çıktı." 
Hayatımızın yegâne kaygısı evvel kendimizden başlamak suretiyle kumaş kalitemizi artırmak olmalı. Ama bizler başkalarının kumaşına bakmaktan kendi benliğimize yönelemedik bile. Aslında işe kendinden başlamamak bile kalitemizin ya da kalitesizliğimizin tezahürü. Önce insan kalitesi, sonrası zaten kendiliğinden düzelecektir.
Hukukun üstünlüğü, adil görevlendirmeler, herkes için çerçevesi net çizilmiş eşit kurallar olursa kimse torpilin peşine düşmez. Yoksa buyurduğunuz gibi hem eleştirir hem de peşinden koşarız. Çünkü güven denilen o pırlanta yere düşmüştür bir kere.
Ne dersiniz?