Geçenlerde sosyal medyada 2004 yılına ait bir fotoğraf paylaştım. Aslında amacım, eski öğrencilerime bir hatıra ulaştırmaktı. Fakat bir an, paylaştığım fotoğrafa öylece baka kaldım. Fotoğrafın bana seslendiğini duydum. Hikâyesi olan fotoğraflar genelde böyle seslenir bakana... Bir şeyler anlatmak ister; Duyabilene, görebilene... 

Bu fotoğraf, hem bir Anadolu ilinin kültür ve sanat yaşamındaki gelişimini, hem de Güzel Sanatlar Liseleri'nin yeşerip, serpilme çabasını anlatıyordu. Fotoğrafın çekildiği yer, şehrin merkezinde bulunan bir kapalı çarşıydı. Yine bu fotoğraftaki gençler, hayatlarında henüz yeni tanıştıkları enstrümanlarıyla, kısa bir sürede ortaya koydukları eserleri seslendirmeye gelmişlerdi. Almış oldukları sorumluluğun, memleket nezninde önemini kavramış bu ekip, kendinden emin ve bir o kadar kararlı görünüyordu. Üzerlerine çevrilmiş meraklı bakışlara aldırmaksızın, hedeflerine odaklanmış gençler olarak, temsil misyonunu üstlenmenin hazzını yaşıyorlardı. Şehir, ilk kez çoksesli müzikle tanışmıyordu ama bu tarz sunumun kendi çocuklarının elinden çıkışına ilk kez şahit oluyordu. Elimdeki fotoğrafa dalıp gittiğim o anda, tarihin tekerrür ettiğini hissettim. 1971 yılında, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın Bayburtta verdiği konseri hatırladım. 

İlk tanışmanın ne kadar önemli olduğunu anlatan bir hikâyedir bu. Bıyık altından gülünüp geçilen, fıkra kıvamında dinlenilen, trajik ve hatta sonuçları itibarı ile feci bir hikâye...
Sanat devrimi, Atatürk inkılaplarına paralel olarak devam eden ve gerçekleşen tüm yenilikleri kucaklayıp taçlandıran bir adımdır. Bu öyle diğerleri gibi keskin bir şekilde gerçekleşmediği gibi toplumdaki tesirini gözlemlemek de uzun yıllar sürmüştür. Bu durum, bir ülkenin kültür ve sanat politikalarının inşâsı olması hasebiyle önemlidir. Aceleye gelecek bir iş kesinlikle değildir. Sabırla, ilmek ilmek, nefes nefes hazmedilmesi gereken bir konudur. Atatürk'ün hayalinde oluşan millî müzik anlayışını oluşturan çerçeve, dünya ülkeleri ile gerçekleşen temaslarında, davetlerde, üst düzey toplantılarda belirginleşmiştir. Buralarda dinlediği diğer ulus müziklerindeki çokseslilik, enstrüman zenginliği, disiplin, onu derinden etkilemiştir. Bağlamanın, kaval ya da tamburun tek sesli icralarıyla, temsil kabiliyetinin yeterli olamayacağını, modern ve armonik işlevli orkestra yapılarının, müziğimizi daha görkemli ve heybetli kılacağını düşünmüştür. Bu konuda şekillenen fikirlerini çevresiyle paylaşmış ve değişimin temelleri için yeşil ışık yakılmıştır. Musıkî Muallim Mektebi, Devlet Konservatuarı, yetenekli çocukların seçilip Avrupa'ya tahsile yollanması, TRT kurumunun şekillenmesi, atılan adımlardan bazılarıdır. 

Unutulmamalıdır ki gerçekleştirilen tüm bu değişim ve faaliyetler, Türk Müziği temelinde yapılmıştır. Bağlamanın, kavalın, tamburun sesiyle yoğrulmuş, davulun vurduğu aksak ritimlerle renklendirmiş, armonik tınılarını Anadolu rüzgârlarının harmanladığı bir müzik... "Türk Beşleri" bunu yaptı. Görevleri buydu. 

Artık meyve toplama zamanı gelmişti. Her ne kadar gerçekleştirilen atılımlar isabetli görülse de halkın da nabzının yoklanması gerekliydi. Bu düşüncelerle, 1959 yılından sonra Anadolu'nun farklı illerinde turnelere gidildi. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası'nın Bayburtta vereceği konser için, valilikten yapılan çağrıyı emir telâkki eden insanlar salonu doldurmuştu. Program, ilk kez çoksesli müzikle tanışacak insanlar için oldukça ağırdı. Hem ilk kez işitilen bir tarz hem de Batı Müzik Kültürü örnekleri bir arada sunulunca korkulan olmuş, tarihe geçen o meşhur söz ortaya çıkmıştı: "Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi!"

Denizi geçip çayda boğulmak, Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak... Bu deyimlerin anlamını soranlar için anlatılacak bir kıssa olmuştu.
Ama bu fotoğraftaki hikâye böyle olmadı. Çünkü bu organizasyonu tertip edenlerin gözünde eğitimci gözlüğü vardı. Gerekli izinleri aldıktan sonra, hiçbir davet ve çağrıda bulunmaksızın halkın içine karıştık.  En önemlisi de şefleri olan ben, bu şehrin çocuğuydum. Bu sokaklarda koştum, bu insanları bildim, çiğdem zamanı kapı kapı gezip bulgur topladım... 
Size kısaca konser programını arz edeyim:

Miço - Çorum Türküsü
Allı Turna - Türkü (Çorum'da halay olarak da çalınır)
Uzun ince bir yoldayım - Aşık Veysel
Samanyolu - Berkant
Nikriz - Ali Sevgi
Gülnihâl - Dede Efendi
Çökertme - Ege Türküsü
Yeni Dünya Senfonisi - Dvorak
Sonuç: Muhteşem... 

Sonucun güzel olmasının sebebi, herkesin anladığı, bildiği şeyler çalınmasıydı. Hiç kimse bilmediği bir eser dinlemedi. Sadece sunum şeklinden kaynaklı, farklı bir tat. O kadar! Çarşı esnafı dinletiye ayrı bir ilgi gösterdi. Bir rutin dahilinde sürekli buna benzer programların olmasını istediler. Çocuklara ufak tefek hediyeler verdiler. Küçük çocuklar abi ve ablalarını dikkatle takip etti ve dinleti sonunda onlarla sohbet ettiler. Sokaklarda, açılışlarda, kurumsal firmaların tanıtımlarında... Her yerde çaldılar. Yerel basın büyük puntolarla, tam sayfa haberler yapıp, bizlere destek verdiler. Çocuklar yoruldular ama bıkmadılar. Hatta bir süre sonra, bu yüce misyonu sahiplenme noktasında onların bizden daha çok heyecanladığını gördüm. 

Şimdi bu fotoğrafa iyice, bir daha bakın. Onların çoğu birer müzik öğretmeni şu an. Belki ilimiz sanat tarihinde isimler sayılırken adları geçmeyecek. Belki belediyenin, valiliğin arşivlerinde de göremeyeceksiniz onları. Ya da siz en iyisi bir de Atatürk'ün herhangi bir portresine bakın. Dikkatle bakarsanız göreceksiniz onları. Belki kirpiklerinin ucuna tutunmuş, belki de gözbebeklerinde parlarken...