Başımıza gelenlere şaşırmayalı ne kadar oldu hatırlamıyorum. Her an bir olumsuzluğu bekler ve sonuçlarını da olduğu gibi kabullenir olduk. "Neden?" sorusunu sormuyoruz artık. Biliyoruz. Kimse yüzümüze vurmasa da, devamında okkalı bir tokat çakmasa da... Öğretmenin verdiği kırık not, annenden yediğin oklava, babanın beynini delen hiddetli sözleri. Hepsi ne kadar da samimiymiş meğer. Seni farkında olmadan kucaklayan hatta sarıp sarmalayan... Sana yerini, duruşunu, durumunu, aynanın bile söyleyemediğini diyecek birilerinin olması ne güzelmiş. Bütün bu kadrini bilemeyip, yoldan çıkmamıza sebep olan ama bir şekilde, kaybolduğumuzu sandığımız o müstesna yolda hiç de sahipsiz olmadığımızı anlamak. Yokluk ve varolmak arasında bocalarken istemsizce uzattığımız eli tutanları görerek, evrende yalnız olmadığımızı anlamak. Öğretmenin, ananın, babanın bahsetmediği, sihirli lamba sorusunu bilmek gibi. Cevabın bir şekilde bize öğretileceğinden emin, bir sonraki sabaha umutla uyanmak... İlk kez bu masalı dinlediğimde, imkansızı başarmanın hiç de zor olmadığını hissetmiştim. " Açıl susam açıl!..." Tabi ya! Bu kadar kolay aslında. İmkansızın yanında hazırolda beklerken "bir çaresi bulunur elbet" diyebilmek. İnsana yöneltilen tüm sorular bu basitlikte aslında. Biraz duruş açısı ve biraz da süzebilme... Sonraki dinlediğim masal sorularına hazırdım artık. 
Hayatta karşılaştığımız olaylara karşı takındığımız tavırlar, yerimizi ve konumumuzu ele veriyor. Masaldaki gibi net bir cevap bizi kurtarmıyor. "Duruma göre", "adamına göre" soruların cevapları değişebiliyor. Yoğun algoritma bilgisi ediniyoruz ama nafile... İnsan nefsinin oynaklığı matematiğe diz çöktürüyor. Elinde kağıt kalem, alim ulema perişan! Aklın bildiğini, ilmin desteklediğini dil söyleyemiyor. Aciz. Görünmeyen bir şey var. Tarif ve izah da edilemiyor. Sonuç: Kader... Körü körüne bir kabulleniş. Yetiştiğimiz, büyüdüğümüz menbanın damarlarından uzak savrulduğumuz bu dehlizde, tüm bu karamsarlığımız ve yalnızlığımızla haşrolurken, çıkış için bir sufle duyuyorum: "Açıl susam açıl..."  Birisinin elimden tuttuğunu hissediyorum. 
Dün Perşembe Pazarına gittim. Hanım sıkı sıkı tembih etti: "Sağa sola dokunma, bu virüs çok etkiliymiş." "Kulaklarımı okşayan öğütlerin bitmemesi ne güzel" diye düşündüm giderken. Pazar esnafı mesajı almış durumdaydı. Ellerinde eldivenler takılıydı. Müşterilere kolonya tutanı bile gördüm. Hele bir tanesi tereğin önüne bir metre yaklaşılamayacak şekilde şerit çekmiş. Gördüğüm tedbirler beni de ciddiyete davet etmişti. Diğer pazarlarda olduğu gibi lüzumsuz bağıran, çağıran, atışan yoktu. Bir an için başka bir boyutta hissettim kendimi; Ta ki kilosu onbeş lira olan biberden beş liralık isteyene kadar. 
"Hassas terazim yok en az yarım kilo verebilirim" 
Ben de çok fazla şeyler beklediğimi anladım birden. Sonuçta Pazar yerindeydim. Geçen hafta otuz lira olan pirinci kırk liradan gördüm. Eldiven ve kolonyanın büyüsü birden kaybolmuştu. Dilimin ucuyla hayıflanır gibi oldum. Hassas terazisi olmayan esnafı incitmiş olmalıyım ki "dolar arttı, virüs çıktı, Tramp coştu" gibi sözler söyledi. Aldığım muz yedi lira otuz beş kuruş tuttu. On lira verdim. Para üstü de, iki lira altmış beş kuruş verdi. Hassas terazi çok faydalı bir şeydi. Ama doğru cevap da olamazdı. Biraz sonra, mevsimi geçmesine rağmen narlar çok güzel gözüktü. İki tane alayım dedim. Adam verirken: "dört lira otuz beş kuruş. Dört lira yeter." Dedi. Ben otuz beş kuruşu da vermek için hamle yaptım. Adam ısrarla olmaz sözüne devam edince üstelemedim. Narcı'nın "yeter" cevabı daha doğru geldi bana. Kalbimin özenle kilitli tuttuğum kapılarının, şifre sözleriydi zira... İçinden ne çıksa razı olacağım iki narla eve dönmek... Tadı ekşi olsa da kimseye dertlenmeyeceğim, soyarken bir tanesini bile yere düşürmezsem cennete gideceğimi düşünüp ümitleneceğim iki nar. İşin en ilginç tarafı da bu saydıklarıma sadece bir otuz beş kuruşun sebep olması. Yok hayır! Mevzuu para değil. Doğru cevap...
Katıkçı teyze zayıfça ve yaşlı birisiydi. Paraları seçebilmek için pek de keyifle takmadığı anlaşılan gözlüğü vardı. Yanına yaklaştığımda, bakımlı, iyi giyimli, yüzleri maskeli, tekerlekli pazar arabalarını ağzına kadar doldurmuş orta yaşlarda bir çift, pekmez için sıkı bir pazarlığa girmişlerdi.  Teyze, iki kilo pekmeze kırk lira istiyor ama adam peşin alıcı pişkinliği ile otuz olsun diye ısrar ediyordu. Adamın bu ısrarı ne ağzına kadar doldurduğu arabaya ne de zengin görüntüsüne yakışıyordu. Tekerlekli Pazar Arabası, insanoğlu'nun icat ettiği, taşıyabilme gücü, cüzdanın kabarıklığına bağlı, acımasız, ruhsuz  bir vasıtaydı. Aslında elleriyle kollarıyla taşıyanlar, daha gerekli, ihtiyaca hizmet eden, kanaatkâr ve kıymet bilir alış veriş yapıyorlardı.
Teyze hayatın yoğun baskısına dayanamayan bedeni ile gözlüklerinin üstünden adama bakıyor, güzün zar zor yaptığı pekmezi ederinin altında vermek istemiyordu. O sırada adamın eşi: 
"Hayatım daha alacaklarımız var, çok uzatmadın mı?" 
Katıkçı teyze sanki bu serzenişte kendi payı varmışcasına araya girdi: 
"Tamam otuz olsun" 
Adam cüzdanından ikiyüzlük banknot uzattı. 
"Al burdan" 
Teyze hazine sandığı gibi sakladığı, derileri dökülmüş eski bir cüzdandan para seçmeye koyuldu. Çıkmıyordu para üstü. Kadın tekrar araya girdi: 
"Hayatım çocuklar evde, daha yemek yapacağım. Hem bak teyze'nin elinde eldiven yok. Hadi artık!" 
Katıkçı teyze yine çözüm odaklı, doğru cevabı bilmişcesine  atıldı:
 "Tamam siz gidin, sonra bırakırsınız." 
Onlar giderken bir süre arkalarından baktı. Ben orada, öylece kalakalmış,  doğru cevabın ete kemiğe bürünmüş haline, katıkçı teyze'ye bakıyordum. 
Not:
Bugünlerde başımızda bir virüs belası musallat oldu. Tekerlekli arabalara doldurdukları ganimetleri kilerler almıyor. Astronot kıyafetli insanlar yere inmiş, caddeleri binaları yıkıyorlar. Ama yine de içlerindeki büyük şüpheyi bir türlü temizleyemiyorlar. Bilim adamları televizyonlarda, insanların  yana yakıla sorularına cevap vermeye uğraşıyorlar. Yanlarından her gün geçtikleri cevabı görmüyorlar...