Doğuştan özürlü insanlara dünyada haksızlık yapılmış mıdır? Varsa adaletsizlik nasıl giderilecek? Her şey Allah’ın izniyle oluyorsa Müslümanlara çile de/ dert de kötü şeyler de onun izniyle mi oluyor? “Rızkı az veren de çok veren de Benim” diyor Allah. Sosyalist sistemde açıklaması nasıl olacak bu âyetin?
CEVAP
Bir insanın, daha doğuştan başka insanların sahip olduğu tüm yeterlik ve kabiliyetlere sahip olmaması, başka bir deyişle engelli olması onun için tabiî olarak hayatı zorlaştıran, bir yandan da psikolojik olarak onu olumsuz etkileyebilecek bir durumdur. Ancak öncelikle belirtilmesi gereken, bu gibi durumların doğuştan gelebileceği gibi, hiç kimsenin de hayatının herhangi bir döneminde bir şekilde engelli duruma gelmeyeceği yönünde bir garantisinin olmamasıdır. Şu hâlde, doğuştan engelliler hakkında sorulan bu soru, sonradan birtakım afet ve musibetlere uğrayan her insan için de sorulabilecektir: Allah Teâlâ, insanları engelli durumuna getirmekle onlara haksızlık ve adaletsizlik mi yapmaktadır?
Bundan önceki yazımda başımıza gelen kötü hallere bizim veya ecdadımızın yahut da başkalarının kesbi (irade ve kudretini kötüye kullanması) açısından bakmıştık. Bu yazıda ise kulun imtihanı ve hakkında neyin hayırlı olduğu tarafından bakalım.
Engellilik durumlarına ilişkin, ilk olarak imtihan hikmetinden bahsetmek gerekir. Nitekim Yüce Allah bu dünyada imtihan vesilesi olarak insanın birtakım musibetlerle karşılaşacağını bildirmiş, bunlar arasında ölüm ve birtakım uzuvların kaybı gibi “candan eksiltme” olarak nitelenebilecek hususları saymış. Buna sabır ve metanetle mukabele eden, Allah’ın izin vermesiyle gerçekleşen her şeyin bir hikmete bağlı olduğu bilincini kaybetmeyen kullarını cennetle müjdelemiştir (Bakara 2/155). Anlaşılmaktadır ki, insanın bu dünyada mâruz kaldığı engellilik ve çektiği acılar, sonsuz mutluluğun geçici kaynaklarıdır ve Allah tarafından bunlarla kıyaslanamayacak derecede büyük bedellerle mükâfatlandırılacaktır. Dolayısıyla görünürde kötü olan şeyler, sonucu itibariyle bakıldığında ardında daha büyük bir iyiliği ve hayrı barındırmaktadır. Bu, tıpkı kangrenli bir elin kesilmesine benzetilebilir. İlk bakışta bu kesme bir kayıp, acı ve eksiklik gibi görünmekle birlikte, aslında insanın canını kurtarmaya ve selâmete ulaşmasına yönelik bir tedbirdir. Binaenaleyh sonucu itibariyle kötü değil, iyidir.
Öte yandan, adalet herkese her anlamda mutlak eşit davranmak değil, nimet-külfet dengesini kurmak, yani öncelikli olarak herkesi imkânları ölçüsünde sorumlu tutmak, değerlendirme ve karşılık vermeyi de bu doğrultuda yapmaktır. Engelli insanların kısıtlılıkları, bir yandan onların mükellefiyetlerini azaltan etkenler iken bir yandan da bu dünyada yaşadıkları zorlu şartlar sebebiyle öte dünyada daha kolay hesaba çekilmelerini ve daha büyük nimetlere daha kolaylıkla ulaşmalarını sağlayabilecek unsurlardır. Nitekim insanın sahip olduğu bedenî veya aklî/psikolojik imkân ve kabiliyetlerin bazen onları kötüye ve günaha sevk eden, yanlış kullanılması sebebiyle cezaya müstahak olmalarına yol açan hususlar olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Başka bir deyişle Allah Teâlâ bir kısım şeylerin yokluğu ve eksikliği kadar bunların varlığını da imtihan vesilesi kılabilmektedir.
Ayrıca var olan her imkânın ötesinde imkânlar ve engellilik ve kısıtlılığın ötesinde engellilik ve kısıtlılıklar olduğu da malumdur. Hz. Peygamber “Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız; sizden daha iyi olanlara bakmayınız. Bu, Allah’ın üzerinizdeki nimetini hor görmemenize daha uygun bir davranıştır” (Müslim, “Zühd”, 9; Tirmizî, “Kıyamet”, 58; “Libâs”, 38; İbn Mâce, “Zühd”, 9) buyurarak, içinde bulunduğumuz eksiklik durumlarının insanın sabır, tahammül, şükür gibi melekelerinin ortaya çıkmasına zemin teşkil ettiğine dikkat çekmiştir.
Her hâlükârda Allah Teâlâ kullarına asla zulmetmediğini (Enfâl 8/51; Fussilet 41/46) buyurduğuna göre, O’ndan gelen herhangi bir engellilik veya imtihanın haksızlık veya adaletsizlik olarak nitelenmesi mümkün olamaz. Kişinin engellilik yönleri ya bu dünyada başka yönleri ikmal edilerek ya da nihayetinde âhirette mükâfatla mutlak biçimde karşılığını bulacaktır. Hz. Peygamber’in mutlak uhrevî adaleti vurgulayan “Kıyamet gününde tüm haklar sahiplerine kesinlikle verilecektir. Hattâ boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan hakkı alınır” (Müslim, “Birr”, 60; Tirmizî, “Sıfatü’l-kıyâme”, 2) beyanı da buna bir işaret olarak yorumlanabilecektir.
Sosyalist sistem teoride eşitliği kuruyor ama pratikte böyle bir eşitliğin kurulduğu görülmemiştir. Rızkın az veya çok olmasında insanların emeklerinin de etkisi vardır; genellikle çok emek harcayana çok, az emek harcayana veya hiç harcamayana az verilir. “İnsan için ancak emeğinin karşılığı vardır ve emek ve gayretinin karşılığı mutlaka görülecektir” (Necm: 53/39).
SORU
Âyet sıralaması Mushaf sırasına göre neden yapılıyor? Nüzul sırasına göre neden yapılmıyor? Tefsir ve meâl okuması nüzul sırasına göre mi yapılmalı?
Okuma yapmanın bir sistemi, matematiği var mıdır?
CEVAP
Kur’ân-ı Kerim belli bir topluma hitaben Peygamber’e (s.a.) vahyedilmiştir. Onun vahyedildiği coğrafyada yaşayanlar inanç, ahlak, hayat düzeni, zihniyet… bakımından Kur’ân hedeflerinden uzakta bulunuyorlardı. Kur’ân bir yandan ilk muhatabı olan toplum tarafından anlaşılmayı, hallerine göre uygulanmayı, toplumdaki sapmalar, arızalar, bozulmaları düzeltilmesini, bir yandan da kıyamete kadar gelip geçecek insanlar için iyi, doğru ve güzel olanı anlatılmayı, bunların yaşanmasını teşvik etmeyi hedeflemiştir. Kitabın vahyedilmesi tamamlanıp ilk muhatabı olan toplumda hedefler gerçekleşince Kur’ân, o toplum ve devam eden nesiller tarafından geçmişten geleceğe farklı bir tertipte aktarılacaktır, Allah’ın muradı budur. Kur’ân-ı Kerim’in nüzul sırası ilk muhatabı olan toplumun durumuna, ihtiyacına ve şartlarına göre olmuştur. Sonraki tertibi; yani bugün elimizde olan, okuduğumuz ve yolumuza ışık tutan ilâhî kitapta (Mushafımızda) âyetlerin ve surelerin tertibi (sıralanması) ise onu vahyeden Allah’ın talimatıyla daha sonraki nesillerin hallerine uygun olarak yapılmış ve bir harfi değiştirilmeden, tertibi de bozulmadan çağları, nesilleri kucaklayarak bugüne gelmiştir, kıyamete kadar da devam edecektir.
Kur’ân-ı Kerim’in nüzul sırasına göre yapılmış tefsirleri de vardır. Bunların belki en yenisi, merhum dostum, âlim ve hakîm Abdurrahman Habenneke el-Meydânî’nin tamamlayamadan Hakk’ın rahmetine kavuştuğu ve on beş cildi yayınlanmış olan “Me’âricu’t-Tefekkür…” isimli tefsiridir.
Okumanın mevcut Mushaf tertibinde olması daha uygundur. İlk nesilden günümüze bakmak isteyenler nüzul sırasına göre de okuyabilirler, ama bu oldukça zordur.
SORU
Sayın Hocam, Müslüman olmaya karar vermiş birine neler yapılması gerektiğini yazmışsınız ama iman etmesi gereken kitabı anlayarak okumasından hiç bahsetmemişsiniz, neden acaba?
CEVAP
“Önce, sorularına cevap verme dışında fazla detaylara girmeden, nelere iman edileceği öğretilir. Sonra namazdan başlayarak kişinin yaş ve durumuna göre yükümlü olduğu ibadetler yine zaruri olmayan detaylar ertelenerek öğretilir. Bundan sonra yapılacak şey, kişinin durumuna göre değişir ve bunu belirleyip gereğini yapmak eğitimciye düşer, ama Peygamberimiz’in (s.a.) hayatı ve ahlakını, bazı sahâbîlerin ihtidâ hikâyelerini ve menkıbelerini anlatmak her zaman işe yarar. İslâm ile yeni müşerref olmuş insana güzel ahlak ile davranıp bunun da İslâm’dan olduğunu bilmesini sağlamak en yararlı olanıdır.”
Altını çizdiğim cümlelerde Kur’ân’a iman ve eğitimciye göre sırası geldiğinde onu okuma ve okutma da vardır.