Geçenlerde bisikletle çarşıdan eve doğru geliryordum. Özellikle de Osmancık Caddesi’ni bisiklet üzerinde  geçmek, Fransa bisiklet turunu en önde göğüslemekten daha büyük bir marifettir; Bilenler bilir! Karşıma çıkan tüm taşıtları, kamyon, minibüs, çöp arabası, el arabası, engelli arabası demeden ve kimseyi de incitmeden, kazasız belasız geçtim. Yolun çoğu kısmını kaldırımdan gitmeyi yeğliyordum ama esnafın bir türlü dizginlenemeyen tezgahları, yayaları bile zorlarken ben, hiç rahat değildim. Çevre yoluna geldiğimde, taşıtlarla birlikte karşıya geçmeye çalışan yayaları gördüm. Polis memuru, taşıtları ve yayaları, yeşil yanmasına rağmen durdurmuştu. Ben de durdum. Günün o saatinde, o mıntıkada bir polis memurunu görmemdeki sebebi birazdan anlayacaktım. Taşıtlarla yayaların aynı yolu kullanmasını sorgulamayı uzun zamandır bırakmıştım. Hepimiz aynı istikamete, polisin gözlerini diktiği yere doğru bakıyorduk. Uzaktan gözükmeye başlayan siyah arabalar, yanar dönerli, renkli lambalarıyla, çoktandır yolunu gözlediğimiz büyülü bir festivali ayağımıza getirir gibiydiler. Polis selam durmuş, geçişe ayrı bir ciddiyet katmıştı. Belli ki konvoy, önemli devlet büyüklerini taşımaktaydı. Yıl içerisinde çok da fazla rastlayamayacağımız bir durum ile karşı karşıyaydık. Biriken kalabalığın içinde gözüme çarpan bir çocuk, böyle nadir bir duruma, dondurması elinde yakalanmanın talihsizliğini yaşıyordu. Önemli olduğunu düşündüğü kişi, onu bu halde görmemeliydi. Zira görev aldığı makamlarda, vatandaşı için gece gündüz demeden çalışan bu güzide insanlara çok ayıp olurdu. Dondurmasından kurtulmak istedi. Sağına soluna bakındı. Atacak uygun bir yer de bulamadı. Bu duruma şahit olduğumu farkettiğinde, benden bile utandı. Keşke yanında kitabı, defteri, kalemi olsaydı. Büyükler, çocukları böyle görmeyi çok severdi. Hatta onu böyle gördüklerinde etkilenip, konvoyu bile durdurup, onunla sohbet edebilirlerdi. Eve gittiğinde anlatacak çok önemli bir yaşantısı da olabilirdi böylece. Çocuğun bu ruh haline destek olmam gerektiğini hissettim birden. Yalnız bırakmamalıydım. Etik bir vatandaş profili çizmeliydim. Devlet büyüğümüze selam duramasam da olumlu bir hareket yapmak istedim. Gayri ihtiyari, istemsiz bir refleks ile nezaket gösterisi olarak el sallamaya başladım. Çocuğun, bana tam puan veren bakışlarını üzerimde hissettim. Bisikletin üzerinde, konvoydakilere el sallarken bir tek çocuğun dikkatini çektiğimi sanıyordum ki,  yanımdaki yayalardan birisi, meraklı bakışlarla:
- Birader, nerden tanıyon bunları? 
Aslında o da az çok kestirmişti ama hiç kimse el sallamazken neden ben? Koskoca adam yolun kenarına durmuş araçlara el sallıyor! Bu tür manzaralar sadece 23 Nisan programlarında, kutlamalarda, birileri tarafından istif edilip tembihlendiğimizde olur. Öyle bilinir. Bu durumu açıklamak uzun süreceğinden kısa yolu seçtim:
- Akrabam olur. Kendisi devlet bakanı. 
Adamın meraklı bakışları hayrete dönüşmüş durumda, devam etmemi bekliyordu. "Hala anlayamamış" bakışlarla, adamı ardımda bıraktım. Çocuğun beni tasdikleyen duygularını üzerime alıp karşıya geçtim. İlim Yayma'nın köşede, çoktandır peşinde olduğum ama bir türlü denk getiremediğim kavuncuyu gördüm. On sekiz plaka! Bu plaka mıknatıs gibi çekti beni. Zira buralarda kavun satan tek on sekiz plakalı traktördü... Şaşırmam, karıştırmam mümkün değildi. Aldığım her bir kavunun muhteşem çıktığı efsane traktör. Ne yazık ki bisikletimleyken yakalamıştım onu. Ancak bir tane alabilirdim. Kavuncunun verdiğini bisikletin sepetine koymuştum ki yanımda yine o ses belirdi:
- Ben de bu abiye verdiğinden istiyorum.
Asker arkadaşlığı, sınıf arkadaşlığı, mahalle arkadaşlığını biliyordum da konvoy arkadaşlığı ile yeni tanışıyordum. Konvoydakilere el sallarken yakalandığım adam yine yanımdaydı. Hikaye kaldığı yerden devam edecek diye korktum bir an. Yine kısa kesmek için ani bir hareketle, bisikletin sepetine koyduğum kavunu alıp ona verdim:
- Buyur! 
Kavuncu, traktörün kavun dolu kasasından bir tane daha seçti. Başka bir mevzuu açılmasın diye pedala bastığım gibi ardıma bakmadan gittim. 
Biraz ilerde, Karpuzcu Karaoğlan'da yeni balık sezonu hazırlıkları vardı. "Nihayet balık yiyeceğiz" diye düşündüm. Bu arada hanımın verdiği siparişler geldi aklıma. Kavanoz kapağı! İyi aklıma geldi diye düşündüm ve rotayı doğruca Perşembe Pazarı’na çevirdim. Pazara girdiğim cephede, patates, soğan satan eski bir öğrencime laf atmadan duramadım:
- Beş liraya soğan, patates de görecekmişiz, vay be!
Bu işin profesörü olmuş, yılların deneyimi edaları ile cevap verdi pazarcı öğrencim:
- Soğan elli kuruşken, yerlerde sürünüyordu, kimseler dönüp bakmıyordu. Şimdi bak şu pazara, yerde bir tane görebilecekmisin hocam? 
"Yaa hocam, aldın mı cevabını?" der gibilerden beni süzmeye devam etti. Sanki memleketteki enflasyonu ben tetiklemişim, benim yüzünden ekonomik kriz olmuştu. Devamında söyleyeceklerini de çoktan hazır etmiş, rakibini köşeye sıkıştırmış, elinden kaçırmak istemiyormuş gibi bir ruh haliyle, bir sonraki sözümü bekliyordu. Ama benim bu konuşmayı hararetlendirecek zamanım yoktu. Sohbeti kısa kestim. Dört kilosu yirmi lira olan patatesten bir kilo istedim.
Eve vardığımda hanım, kaynattığı domatesi kavanozlara koymuş, bekliyordu. Biraz hayıflanır gibi oldu. Konvoya takıldığımı söyledim. Konvoy arkadaşımdan, dondurmalı çocuktan bahsetmedim. Hele pazarcıdan hiç... Bir kahve yaptı hanım. Ve düşündüm sonra: İnsanın evi gibisi yok...