Yaşamı boyu olgunlaşıp, ömrünü içini doldurmak, kıvamlanıp ele gelmek, genel mahsuldeki duruşda "Benim de payım var" diyebilmek, yağmurdan, fırtınadan, doludan, borandan kendisini koruyup sahibinin yüzünü güldürmek... Bu zamanda pek de kimselere nasip olmayan hasletler doğrusu. Bir başak tanesi deyip geçme! Yanındakilerle güzeldir o... Koca bir tablodaki nüanstır ya da bir yapbozdaki küçük parça... Tek başına bir anlam ifade etmeyen ama onsuz da tamamlanamayan... Göz alabildiğine uzanan o başarılı hasadın bir nesnesi olabilmek. 

  
Bir film gibidir hayatı. En son sahnedeki boynunu bükmüş görüntüyü mutsuz son sanmayın! Dolu bir başak, hasat edilirken bizlere şunları söyler : "Ben elimden geleni yaptım. Şu kısa yaşamımda, olgunlaşıp, ağırlaşıp, sararıp, güzelleştim. Ardıma baktığımda beni kaygılandıracak hiç bir şey yok. Artık teslim olabilirim." Aslında o, sahibi tarafından tarlaya atıldığı ilk günden beri aynı şeyi düşünüyordu: sahiplenilmeyi... Hasada kadar geçen sürede o, hiç bir gün yalnızlık hissetmedi. Her gün yanına gelen sahibini gördükçe heyecanlandı. Arkadaşlarıyla birlikte oluşturduğu duygu yumağı, başlarını daha bir yukarı kaldırmalarına, güneşten, rüzgardan daha bir faydalanmalarına olanak sağladı. Kendileri gibi yanıbaşlarında yükselen arkadaşlarını hiç kıskanmadı. Tam tersine, hep birlikte oluşturdukları muhteşem tablo, onları daha güzel kılıyordu. Sahiplerine karşı gösterebilecekleri en büyük teşekkür de bu görüntüde saklıydı.


Hasada yakın bir zaman, sahipleri, diplerinden geçen bir yılanı fark edip korkmuş, iki gün uğramamıştı tarlaya. Ne uzun iki gündü o! Hayatlarındaki en sıkıcı, mutsuz iki gün... Sahiplerini gördükleri üçüncü günün sabahını hiç unutamazlar. İşte aşk böyle bir şeydi... Zaten yaşamın asıl amacı da bu aşkı anlamak değil miydi? Sevgiliye uzatmak boynunu ve içinden geldiği gibi hiç düşünmeden "Buyur al, seninim!" diyebilmek...
Ne güzelsin sen başak! Ne özelsin!


Sesini soluğunu çıkarmadan çıktığın kısa yolculukta, kendinden emin, mağrur, gururlu...
Mehmetçik Lisesi'nin yurt binasında yemekhaneden çıkıyordum. Yurdun üst katlarından bir öğrencim seslendi: "Hocam göreceksiniz beni; çok çalıştım flüte!" Adı Nazlı... Adı gibidir aslında. Çok girişken değildir. Daha önce hiç flüt çalmamış. Geri de kalmak istemiyor kimselerden. Bana bunu ders çıkışı anlattığında "Yaparsın" dedim. Gözlerindeki azmin "Yaparım" dediğini gördüm. Yaptı... Bir kaç hafta içinde Nazlı, sınıfın en iyisi oldu. Geçen hafta aynı sınıfta, Nazlı'nın içine kapanık, ürkek tabiatının sınırlarını zorlayan bir soru sordum: "Ses yarışması yapsak kimler katılır?" Sınıfın aktif, sosyal kişileri hemen parmaklarını kaldırdı. Onların seslerine bir kaç şarkı deneyerek baktıktan sonra, arkalardan bir parmağın kalkıp kalkmama endişesini yaşadığını gördüm. Bu Nazlıydı... Bakışlarımı ona odaklayınca, senenin başından beri yanında olduğunu hissettiği, en büyük destekçisine, bana, parmağını cesurca kaldırdı. Hiç yüksek sesle sesini duymayan arkadaşlarının şaşkın bakışları altında, emin adımlarla geldi. "Kısa sürede en iyi flüt çalan" ünvanı onu dik tutuyordu. Sesinden ne dökülürse beğenmeye razı bir hoca vardı karşısında. Geçmiş senelerde öğrendiği bir okul şarkısını söyledi. Üzerindeki tutukluğu atmak için değildi cesareti... Bana olan güveni ve saygısıydı. Bitirdi şarkısını. Sınıfa hiç yorum yaptırmadım. "Harikasın!" dedim. Sırasına otururken daha bir ağırlaşmıştı. Toplum içinde ilk kez şarkı söylemişti. Parmağını böyle bir talep ile kaldıracağı aklına bile gelmezdi. Kendisine şaşırır haldeydi. "Ben ne yaptım?" der gibi bakınıyordu. Sonra benim güven dolu "aferin" diyen gözlerimi görünce, "işini yapmış öğrenci" tabiatına büründü.


Nazlı yazın köyüne gidecek. Evdekilere bir şarkı söyleyecek, flütünü alıp bir ezgi çalacak... Babası hayran hayran bakıp gurur duyacak. Anasına kızını gösterip "Bak hanım bizim kıza, görüyon mu ne güzel çalıyo söylüyo?" diyecek. Sonra birlikte tarlaya gidecekler, boyunlarını büktüklerini görecekler başakların, sevinecekler...