Cumhurbaşkanlığı sistemine karşı çıkanların eleştirilerini genel hatlarıyla, yargı dahil bütün güçlerin cumhurbaşkanında toplandığı, TBMM’nin işlevsizleştiği, dolayısı ile denetim mekanizmasının ortadan kalktığı, bunun da otoriterliğe yol açtığı vs şeklinde özetleyebiliriz.

Bu eleştirilerin en azından bir kısmına Ak Parti içinden de hak verenlerin olduğu, ancak Cumhurbaşkanı ile karşı karşıya gelmek, seçim öncesinde muhalefetin eline koz vermek gibi kaygılarla bunu yüksek sesle dile getirmekten çekindikleri de bilinen bir husus.  

Yüzde 50+1'in böylesine sonuçlara yol açabileceği, koalisyonlardan kaçarken iktidar partisini ebedi ittifaklara mahkum edeceği akıllara gelmemiş olmalı ki, adeta sınırsız yetkilerle donatılmış bir başkanlık gücünün bir gün muhalefetin (daha çok da CHP'nin) eline geçebileceği ihtimali düşünülmedi. Ama şimdi bu ihtimal var ve son yerel seçimler bu ihtimali bir hayli güçlendirerek, muhalefet cephesine büyük bir moral motivasyon sağlarken, Ak Parti’ye yirmi yıldan sonra ilk defa ciddi ciddi kaybetme korkusu yaşatıyor. 

Gerçi kamuoyu araştırmaları tüm yıpranmışlığına rağmen Ak Parti'nin hala birinci parti olduğu, seçmen desteğinin yüzde otuzbeşin pek altına düşmediği yönünde. Bu durumda akıllara gelen soru şu: Bir parti, ölüsü bile tek başına iktidar olabilecek durumdayken, ne diye çıtayı yüzde elli gibi ulaşılması çok zor olan bir noktaya diker? İktidarı daha doğrusu Erdoğan'ı buna zorlayan neydi, sadece mutlak iktidar tutkusu ya da hırsı mıydı?  

Sorunun kökenleri için çok eskilere gitmek gerekir ama bir gazete yazısının hacmini de çok zorlamdan daha yakın tarihten başlayalım. Yaşanan sıkıntıların faturasını kısa yoldan mevcut yönetime kesmek varken, böyle zahmetli işlere girişmek bazı okuyuculara çok sevimli gelmiyor ama hiçbir siyasal, toplumsal sorun öyle bir günde ortaya çıkmadığı gibi, bir günde de ortadan kalkmıyor. Dolayısı ile dünü bilmeden bugünü anlamak, yarınlara ilişkin bir öngörüde bulunmak mümkün olmaz. 

12 Eylül sonrasında yapılan seçimlerde askerin açıktan desteklediği, başında emekli general Turgut Sunalp’ın bulunduğu Milliyetçi Demokrasi Partisi değil de, hiçbir şekilde şans tanınmadığı için demokrasicilik olsun diye seçime girmesine göz yumulan Turgut Özal'ın ANAP'ı birinci çıktığında, ipleri ellerinde tutan darbeci askerler ve Cumhurbaşkanlığı makamında oturan Kenan Evren, istemeye istemeye hükümeti kurma görevini Turgut Özal’a vermek zorunda kaldı. Ama sonraki birkaç yıl boyunca attığı her adımda kendisine çelme takarak, uzun süre adeta çin işkencesi çektirdiler ve böylece kendilerini dinlemeyen halktan da intikam almış oldular.   

Böylece normal zamanlar için sembolik bir makam gibi duran Cumhurbaşkanlığı makamı, esasen vesayetçi güçlerin en üst temsilcisi olarak tasarlanmış olup, sistemin adeta emniyet subabı olduğu ortaya çıktı. Siyasi iktidar, bürokratik vesayetçilere boyun eğdiği sürece hakikaten de sembolik bir makam olarak adı tören ve protokolün dışında pek duyulmayan Cumhurbaşkanları, sandıktan vesayete ters bir sonuç çıkması halinde hükümetin elini kolunu bağlayabiliyor, sistemi tıkayabiliyordu. Bunun acısını yaşayarak gören Turgut Özal, cumhurbaşkanı koltuğuna oturamadığı sürece başbakan olmanın bir kıymeti harbiyesinin olmadığını, kendisine çizilen rotanın dışına çıkması halinde bir darbe ile düşürülebileceğini farkettiği için ANAP’ın başkanlığını bir emanetçiye (Yıldırım Akbulut'a) bırakarak, ANAP grubuna kendisini Cumhurbaşkanı seçtirdi.

Özal, Çankaya'ya çıktığında ise kendisinin Kenan Evren gibi güçlü olmadığını, bürokratik vesayete söz geçiremediğini gördüğünde sistemin sadece Çankaya'dan ibaret olmadığını anladı. Üstelik kısa süre sonra kendi partisi üzerindeki hakimiyetini de kaybettiği için Çankaya'ya çıkmanın bir işe yaramadığını, kendisini büyük bir yalnızlığa hapsettiğini fark etti ve başbakanlığı bıraktığına adeta bin pişman oldu. Bu nedenle de son zamanlarda siyasete yeniden dönmeyi ve yeni bir parti kurmayı düşünmüş, ama ömrü vefa etmediği için bu amacını gerçekleştiremişti. 

Sonrasında kurulan bir dizi hükümetle Türkiye, 90’lı yıllar diye anılan, siyasetin tümden güvenlik güçlerinin vesayeti altına girdiği, terörle mücadele adı altında yürütülen operasyonlarla vatandaş-terörist ayrımı yapılmaksızın neredeyse bütün Kürtlerin PKK’lı olarak görüldüğü, faili mechul cinayetlerin onbinleri bulduğu o karanlık dönemleri yaşadı.  Eline geçirdiği çekiç nedeniyle bütün sorunları çivi gibi gören zihniyet, 90’ların ortalarında PKK’yı bitirdiğini zannederek, rejim için bir başka tehdit olduklarına inandığı dindar kesimin üzerine yürüdü. Postmodern darbe olarak tarihe geçen 28 Şubat darbesiyle yaşanan toplumsal kaos sonrasında devlet büyük bir ekonomik darboğaza girdi ve adeta iflasa sürüklendi. 
Ak Parti'nin kurucu kadrosu, bütün bu dönemleri yaşayarak tecrübe ettiği gibi iktidarının ilk yıllarında Çankaya'da oturan Ahmet Necdet Sezer, başbakanlıklarında Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan'a iktidar olsalar da muktedir olamadıklarını gösterdi. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı ile birlikte başbakanlığın da sıkı bir biçimde elde tutulmaması halinde gerçek anlamda iktidar olunamayacağını, aksi halde ya darbeye maruz kalacaklarını ya da Turgut Özal'ın akibetini paylaşacaklarını yaşayarak görmüşlerdi.  

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başkanlık sisteminde ısrarcı olmasının nedenleri büyük ölçüde yaşanan bu tecrübelerdir. Bu güne kadar darbeci vesayet düzeninden kurtulmanın başka bir yolu bulunamamıştır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana, söylendiği gibi gerçek anlamda ne bağımsız olabildi, ne de halkın iradesi yönetimde etkili oldu. Hep söylüyorum, tekrar edeyim. CHP, iddia ettiği gibi devleti, cumhuriyeti kuran parti değildir, küresel sistemin vesayetni sürdürmesi karşılığında ülkeyi yönetmesine izin verilen bir partidir. 1950'de iktidarı Demokrat Partiye devretmiş gibi görünse de gerçekte vesayetçi güçler adına devletin tüm kurumlarındaki iktidarını çok yakın zamanlara kadar  devam ettirmiştir. Menderes’le başlayan bütün sağ hükümetler, ayaklarına vurulan prangaları biraz olsun gevşetmeye çalışarak iktidar olmaya çabaladılar bir yerden sonra pes ettiler, kimi tasfiye oldu, çoğu da Demirel gibi devşirilerek vesayetçilerle işbirliği yoluna gitti. 

On yılda bir yapılan darbelerle rejim revize edildi, aşınan yerleri berkitildi. Yine de seçimle gelen her iktidar, vesayeti biraz olsun aşındırdı, zayıflattı. Özellikle Özal zamanında bu konuda daha radikal adımlar atıldı, savunma sanayinde başlatılan girişimler Ak Parti dönemine kadar varlığını az da olsa geliştirerek sürdürdü. Ak Parti iktidarları sekiz on yıl boyunca batılı güçleri rahatsız etmemek için bu konudaki gelişmeleri çok fazla gündem yapmadı. Özellikle savunma sanayii gibi alanlarda attığı adımlarla ilgili keşke biraz daha ketum olabilseydi, bir süre daha batının vesayetini kabul eder şekilde davranabilseydi ama demokrasilerde bu pek mümkün olmuyor, çünkü dört beş yılda bir sandık önünüze geliyor, seçim kaybetmemek için halka moral vermeniz gerekiyor. 

İktidarın hem bu sandık kaygısı, hem de artık ihtiyacı kalmadığını düşündüğü için Batıya kafa tutmaya başlamasıyla olanlar oldu ve Batı açık açık düşmanlık sergilemeye başladı. Geçen yazımda bahsettiğim gibi “Gezi” başta olmak üzere, tüm muhalif hareketlerin arkasında durdu, 15 Temmuz darbesini açıktan destekledi. Bu durumdan çok fazla endişeye kapılan Ak Parti, iktidarda kalabilmek için kendisini tüm devletçi güçlerle barışmak zorunda hissetti. Bahçeli başta olmak üzere Perinçek'ten, Ağar'a, ne kadar devletçi statükocu, eski Türkiye'nin güç odağı varsa hepsiyle arasını düzeltme yoluna gitti. Bunun maliyeti ise Ak Parti’nin ilk on yılındaki o sessiz devrimlere imza atmış eski kadroları tasfiye etmek oldu. Tek adam eleştirisi yapmak  kolay da, ülkenin böyle bir gerçeği var maalesef. 

Not: Esasen bir önceki yazımla bu yazı birbirini tamamlayan yazılar. Birinde siyasi, diğerinde iktisadi zorluklardan dolayı yeni sistem arayışlarının nedenlerini anlama çabası. Şimdi bu yazının başlığında Ak Parti adını görenler, yazının tamamını okuma zahmetine girmeden hışımla klavyeye sarılacaklardır. Canları sağolsun, ama keşke okuyup biraz düşünselerdi. Katılıp katılmamak ayrı bir konu, lakin geçen yazıda da benim yaptığım bir tespit idi. O yazıda da dedim ki, Türkiye elli altmış yıldır girdiği kısır döngüden bir türlü çıkamıyor. Binbir zahmetle iki ileri gitse, on yıl sonra bir geri gelmek zorunda kalıyor. Bu iktidar kimsenin girmeyi göze alamadığı, oldukça sarp ve tehlikelerle dolu zorlu bir yol deniyor. Başarırsa bu hem kendisi hem de gelişmekte olan başka ülkeler için bir devrim olur, önü açılır ve bir daha tutulamaz, başaramazsa o eski bilinen yola döner ve eskisi gibi patinaj çekmeye devam eder, hepsi bu.