İnsanoğlu, beden, nefis ve ruh olarak, gelişme gücüne ve gerileme zaafına sahip bir varlık olarak tasarlanmış ve yaratılmıştır. Öyle murâd edilmiştir.
Bu yaratılış, tek başına, sadece erkek ve kadın yumurtalarının birleşmesiyle başlamaz; bunların bağımsız ortamlarda oluşma sürecine girmeleriyle başlar. Hattâ, erkeğin ve kadının sağlığı, beslenmesi, ruh durumu, değişik yollardan alınan zararlı maddeler, çalışma ve çevre şartları, yorgunluk vs. bu yumurtaların oluşum hâlindeki yapısını etkiler. Öte yandan, kalıtım ve çevre şartları da çok baskın bir yer tutar. 


O hâlde, yaşama mücadelesi, daha yumurtaların teşekkülü safhasından itibaren başlar, demek yanlış olmaz. Sağlıklı soydan gelen, güçlü, iyi beslenen, mutlu, acar kişilerin yumurtalarının da tam ve her mânâda güçlü olma ihtimali çok yüksektir. Öte yandan, birleşme ânında cinslerden birinin, daha kötüsü olarak da her ikisinin, beden veya ruh hastalığı, yorgunluğu, gerginliği, korkuları, nefretleri, açlığı gibi şartlar da döllenmeyi çok menfi olarak etkileyecektir. Aynı şartlar gebelik boyunca da hükmünü icra etmeğe devam edecektir.


Doğum hadisesinin bizatihi kendisi de büyük bir ceht olup insanoğlunun şuur altında kalan önemli ve etkili bir kişilik kaynağıdır. Zîra, bu olayda ana ile yavru müştereken büyük ve çok tehlikeli bir uğraş verirler ve hayatî zorlukların çemberinden geçerler. Bunun en açık göstergesi, yeni doğanın yüzündeki ve kafatasındaki şekilsizlik ve dağınıklıktır. Maddî ve manevî şartlar ne kadar iyi olursa, bu sıkıntılı hâdise o kadar kolaylıkla atlatılır ve çocuğun şuur altında o kadar müsbet bir çözgü atılmış olur. Daha sonraki süreçte, bu çözgü üzerine, tıpkı bir kilimde olduğu üzere, atılacak atkılar kişiliği ve bedeni teşkil edecek; insanın şeklini şemailini tayin edecek, tadını ve rengini verecektir.


Doğumdan hemen sonra başlayan faal hayat, ölüm ânına kadar süregiden bir terbiye hâdisesinden başka bir şey değildir. Bu makaledeki konumuz ise, çocuğun aile içindeki terbiyesidir. Terbiyeden maksat, sağlıklı, güçlü, dirayetli, imanlı, azimli, çalışkan, becerikli, başarılı ve başta insan olmak üzere, cümle yaratıkları sayan ve seven insanlar yetiştirmektir.
İnsanoğlu, yaşama azmi, üreme dürtüsü ve hükmetme tutkusunun sahibi olarak yaratılmıştır. Hayatın tüm faaliyeti bu vasıfları çevresinde ve gölgesinde cereyan eder. Bunların tatmini için girişilen işlerin bıraktığı izlenimler ve alınan tepkiler, en basit terbiye usûllerindendir. Ancak, her insan, bulunduğu tabiat ve cemiyet şartlarına göre terbiye olur.


Terbiyenin en alıcı ve kalıcı devresi çocukluktur. Çocuk ise, bizatihi bir varlıktır. Çocuğun birçok özelliği ve vasfı vardır: Çocuk masumdur ve korunmaya muhtaçtır. Korunma hem dışa karşı, hem içe karşı olur. Çocuk bilmediği her şeyi hem merak eder, hem de onlardan korkar. Anneyi, babayı ve öğretmeni ilâh gibi görür. Çocuk büyük kardeşten çekinir ve bu iş hayat boyu sürer; küçük kardeşe karşı hem şefkatli, hem de kıskanç ve şiddetlidir. Çocuğun doğuştan getirdiği kabiliyetleri, kabiliyetsizlikleri, kusurları ve ilgileri vardır. Bunlar, özellikle kızlarda ve erkeklerde farklıdır. Çocuklar çevrelerindeki kişilerden, olaylardan, hadiselerden ve yaşadıkları tecrübelerden çok etkilenirler. Memleketimizde bir deyim vardır: "Çocuğumun hasta olduğuna yanmam, terbiyesinin bozulduğuna yanarım." Bu deyim, çocuğun üstüne kolaylıkla yazı yazılabilen bir levhaya benzediğini gösterir. Ne var ki bu levha zamanla sertleşerek artık yazılamaz olur. Bütün bu hususiyetleri ve incelikleri bilerek hem kendimizin, hem de bütün bir insanlığın hayrına olacak şekilde yaşamak ve davranmak lâzımdır.


Terbiyenin merkezi ve tek selâhiyetli mercisi, çocuğun gerçek sahibi olan anne olmalıdır. Baba, olağan şartlarda, eşyanın tabiatı gereğince, zaten daima arka sıralarda olur. Ailenin diğer mensupları da hayda hayda daha da arka sıralarda yer almalıdır. 


Anne, aynı anda hem şefkat hem de mutlak iktidar kaynağı olabilir. Şöyle ki: Şefkati sonsuzdur; zîra, çocuk onun bir parçasından daha çok şeydir: kendisidir, eseridir, hem kendi ailesinin, hem de kocasının ailesinin birer parçasıdır, istikbâldir, hayatın devamıdır…Öte yandan, anne, öğreten, isteyen, zorlayan, sınır koyan, düzelten, takdir ve tekdir eden birisi mahiyetindeki rolü de rahatlıkla icra edebilir. Çünkü bu rolü, birinci şıkkın içeriğinden dolayı yapmak zaruretindedir. Yalnız, annenin annelik için, hem öğreti, hem de uygulama itibarıyla çok iyi bir eğitim görmüş olması ve anneliğin mahiyetini benimsemiş ve ruhuna sindirmiş olması şarttır. 


Milletimizin tecrübe etmiş ve etmekte olduğu başlıca dört tabiî terbiye ortamı vardır: göçebe, köy, kasaba ve şehir. Göçebenin çocuğu, hayatının çok erken dönemlerinden itibaren önce kendi başının çaresine bakmak, daha sonra da ortak işlere katılmakla yükümlüdür. Bu bir tabiî tavır meselesidir ve bir terbiye unsuru olarak icra edilmez. Kendiliğinden olur. Zîra, göçebenin hayatı çok meşakkatlidir ve kimsenin boş zamanı yoktur. "Uçan kuştan medet umulur". İş bölümü dolayısıyla, gençler ağır işleri, ihtiyarlar da hafif işleri yaparlar. Anneler ve babalar günün en az ona iki saatini çok ağır işlerde geçirirler. Bu yüzdendir ki, çocuklara daha çok ihtiyarlar bakar. Altı aylıktan itibaren çocuğun önüne yemek konmaya başlanır ama illâ bunu yiyip bitirmesi için hiç kimse uğraşmaz. Daha sonraki yaşlarda da hiç kimse çocuğun ağzına yemek koymaz. Dört-beş yaşına gelen çocuklara "yumuş buyurulur" ve en az evdeki işlere fiilen katılmaları istenir ve sağlanır. Cins ayırımı yoktur. Dokuz-on yaşlarında çocuklardan artık ciddî sorumluluklar almaları istenir. Çocuk, toprağı, ormanı, dereleri, gölleri, evcil hayvanları, vahşi hayvanları, ağaçları, bitkileri, tahılları, çiçekleri bütün mahiyetleriyle tanır; onlarla iç içe yaşar. Evcil hayvanları tanır; nasıl beslendiklerini, nasıl sağıldıklarını, nasıl bakıldıklarını, nasıl doğum yaptıklarını, nasıl iğdiş edildiklerini vs bilir. Hayvanların aralarındaki münasebeti ve davranışlarının ne mânâya geldiklerini de bilir. En önemlisi ise, hayvanlara hükmetmesini çok iyi öğrenir. Kısaca, çelik iradeli ve azimli bir insan olarak yetişir.
Burada, bizzat birinci elden öğrenmiş olduğum bilgileri, örnek olması için, kaydetmekte fayda görüyorum.


1-Burdur Yörüklerinden olan azîz dostum MYA, Türkiyenin çok tanınmış yöneticilerinden ve siyasetçilerindedir. Kara çadırda doğduğunu söyler. Bana hayatını anlatırken şunları söylemişti:
"Ben altı yaşındaydım. Kız kardeşim doğdu. Annemin sütü olmadığı için, kız kardeşimi sırtıma bağlarlardı ve o sırada emzikli olan teyzeme gönderirlerdi. Kar yağmıştı ve ben bir yokuşu inerek ve ötekini de çıkarak yalın ayak giderdim. Teyzeme gidince de, eve dönünce de önce benim ayaklarım oğulup ağrılarım dindirilirdi. Bu işi günde iki defa yapardım."

"Davarımızı yaylama zamanı gelmişti. Ablam on, ben de sekiz yaşında idim. İki yüz davarımızı yaylaya götürdük. Bizi kulübemize bıraktılar. Bir miktar yiyecek ve bir de tüfek bıraktılar. Biz hem davarı yayacak, hem bunlara sahip olacak, hem de sütlerini sağarak yağ ve peynir yapacaktık. Sabah ezanının vaktinden gece yarılarına kadar koştururduk. Çok küçük olmamıza ve çok yorulmamıza rağmen işimizi tam yapardık. Haftada bir defa büyükler gelir, ihtiyaçlarımızı getirir ve biriken mahsulü alıp götürürlerdi." 

"Dört yaşımda idim. Bir gün, köyde oyun oynarken, "sünnetçi gelmiş, sünnet olanlara çakı vereceklermiş" dediler. Köy kahvesine koşturduk ve sıraya girdik. Ne de olsa işin ucunda çakı vardı. Sırası gelen sünnet edilip savılıyordu ama çakılar ortada yoktu. İş bitince ben çakımı istedim. Vermeyip azarladılar. Ben de ağlayarak anama gidip şikâyet ettim. Anam zâten fazlasıyla meşgüldü, bir bazlama verip başından savdı."


2- 2004 yılında seyretmiş olduğum ve Kazak sinemasının güzel filmlerinden birisi olan Bozbörü adlı filmde (Muhtar Avezof'un Kurt Kanı adlı romanından uyarlama) 7-8 yaşlarında ve Kurman isimli bir çocuk, 200 koyuna bakmak üzere dağ başındaki yaylağa bırakılır ve kurtlara karşı elindeki av tüfeği ile mücadele eder.
Yukarıdaki örnekleri, göçebe hayatının zorluğunu ve haşinliğini göz önüne serebilmek için verdim.
Göçebenin çocuğu, çok erken yaşta başının çaresine bakmak, büyüklerle yük ve mesuliyet paylaşmak zorundadır. Hayvanları tanır ve kullanır. Daha önemlisi, hayvanları nasıl idare edeceğini bilmek zaruretindedir. Yani, canlıların huylarını ve onların idaresini çok erken yaşta öğrenir. Burada üzerinde durulması gereken iki konu vardır: bu çocuklar korku duygusunu bilmezler; girişken, azimli ve uyanık kimseler olarak yetişirler. Bu insanların meydana getirdiği cemiyetlerde, pazu gücü, bilgi ve beceri daima çok takdir edilen meziyetlerdir; bu cemiyetlerde "asabiye" duygusu çok güçlü olmakla beraber iç sürtüşmeler de çok haşindir. Bu yüzdendir ki, atlı ve göçebe milletler tarihte büyük ordular ve devletler kurabilmişlerdir amma, çoklukla, medeniyet sahibi yerleşmiş cemiyetlerin içinde erimişlerdir. Günümüzde dahî, göçebe ve köylü çocukları içtimaî ve siyasî mücadelelerde şehirliye nazaran daha acar ve daha dayanıklıdır.

Köy hayatı da göçebenin hayatına çok benzer; ancak, yerleşmişliğin verdiği imkânlarla köy hayatı birazcık daha az haşindir.

Kasabadan itibaren hayat şartları yumuşamağa ve çocuk terbiyesinde tabiatın ve kendiliğin yeri daha az yer tutmağa başlar. Şehre gelince, varoşlar bir yana, hayat akvaryumda geçer.

Şehirli narindir, dolambaçlıdır, çoğu kere birkaç yüzlüdür, bir bakıma üretmeden yiyendir diye düşünülebilir. Nitekim, göçebe atalarımız "Şalvarı şallak Osmanlı, eğeri kaltak Osmanlı; Ekende yok, biçende yok; Yiyende ortak Osmanlı" diyerek içlerindeki yüreklerindeki burukluğu vecizeleştirmişlerdir. Bu yüzden de, Anadoluda birçok isyan vukubulmuştur. Doğrudur; şehirde büyüyen çocuk, akvaryumda büyüyen balığa benzer. Toprağı bilmez ki kokusuna hasretlik duysun; ömründe bir tek hayvan idare etmek ve hayvana hükmetmek şöyle dursun, çok az hayvan görmüştür. Dağları, yalçın kayalıkları, azgın çayları, kuytu suları, balıkları, kuşları, bitkileri, çiçekleri, ağaçları çoklukla resimlerde görür. Fırtınalarla, ayazla, sıcakla, yoklukla, vahşi hayvanlarla, habis insanlarla yüz yüze mücadele nedir bilmez. Amma, çok akıl hocası vardır; mekteplerde çok dirsek çürütür, çok okur ve düşünerek mesele çözmeyi çok iyi öğrenir. Medeniyet denen varlık da işte bu gibi adamların eseri olur. Bu yüzden de bu makalede, daha ziyade, şehirli Türk çocuğunun terbiyesi üzerinde durulacaktır. Ve çünkü, Türkiye nüfusunun büyük bir kısmı şehirde yaşamakta olup milletimizin ruh yapısı ve dolayısıyla geleceği üzerindeki tesirleri çoktur. 

Öncelikle, yıllar boyunca birçok ârif tarafından gözlenmiş olan şehirli toplumumuzdaki çocuk terbiyesiyle ilgili ve fakat çarpıcı gelen bâzı tutum ve tavırlar üzerinde durmakta fayda vardır:
1-Türkiye’de, annelik ve babalıkla ilgili herhangi türde bir eğitim yoktur. Herkes yüzme öğrenmek üzere havuza atlar; rehberi olanlar boğulmadan işi belki kıvırıverirler. Ötekiler ise, ne yazık ki, çocuklarını ziyan ederler.
2-Türkiye’de, cinsiyetle ilgili herhangi türde bir eğitim yoktur. Saldım çayıra, Mevlâm kayıra hesabıyla, atalar bu işe bigâne kalırlar ve çocuklar bu konudaki bilgileri arkadaşlardan veya yazılı eserlerden öğrenirler. Öğrenirler de, bir sürü yanlışları, hırsları, takıntıları ve korkuları da kafalarına ve nefislerine yerleştirirler. 
3-Türk anneleri, eğitimleri ve içtimaî mensubiyetleri ne olursa olsun, ölesiye kadar çocuklarının köleleri olarak hareket ederler:
-Çocuklar çok uzun bir süre emzirilir
-Çocukların dışkılama terbiyesi oldukça geç başlatılır
-Çocuklar sürekli olarak kucakta taşınır. 
-Çocuklar ileri yaşlara kadar giydirilir
-Çocukların peşinde yemek tabağı ile dolaşılır ve ileri yaşlara kadar yemesi için ısrar edilir.
-Çocukların arkası toplanır
-Çocukların evde hiçbir görevleri yoktur. Bir bardak su bile anneleri tarafından ayaklarına götürülür
-Ne yazık ki, daha erken yaştan itibaren, erkek çocukları da, kız çocukları da eşlerine kuşku ile bakacak şekilde yetiştirilirler. Meselâ, "Sen evlenince karının (veya kocanın) ağızına bakarsın" lâfı sıklıkla söylenir
4-Çocuklar, ileri yaşlara kadar atalarıyla aynı yatakta yatarlar.
5-Çocukları ödevleri birileri tarafından yapılır
6-Gerekli olsun veya olmasın, çocukların oyuncak, elbise ve sair eşya ile ilgili istekleri mutlaka karşılanır. Aylık geçimini sağlamakta zorlanmasına rağmen çocuklarına pahalı ve markalı giyecek, cep telefonu alan insanlar istisna değildir.
7-Çocukları terbiyesinde anne-baba ve yakın akrabalar yer alırlar ve bunlar elbette ki birbirleriyle çatışan kanaat ve usûller ortaya koyabilirler. Ortada daima bir kargaşa vardır. Ne yazık ki, asıl terbiyeci ve karar verici olması gereken anneler bile işi ele almakta çok istekli değillerdir.
8-Tahsili, mesleği, işi ve parası olmayan erkekler, atalarının evinde yaşamak şartıyla evlendirilmektedir. Evlenecek kızlar da, ev işi, el işi, mutfak işi, çocuk bakımı ve ev idaresi konularında çoğunlukla herhangi bir eğitim görmeden evlendirilmektedir. Yani, evlilikler, zımnen, cinsiyet tecrübesinin yeri olarak kurulur.
Sonra da bu evliliklerden ve doğacak çocuklardan hayır beklenir. "Hiç düşünmüyorlar mı?!"
9-Atalar, evde pejmürde veya yatak kıyafetleriyle dolaşırlar. Dolaşırlarsa, çocuklarının gözünden düşme tehlikesini akıllarına getirmelerinde fayda vardır.
10-Çocuklar, ikiyüzlü olmayı evdeki ve okuldaki anlayış ve görüş farklarından dolayı, isteseler de, istemeseler de öğrenirler. Bu hâl, muhafazakâr kesimin başlıca düşmanıdır. Zîra, evde öğretilen doğrular ile okulda öğretilen doğrular farklıdır. Dolayısıyla, çocuk, önceleri bir çelişkiler batağında bulur kendisini. Daha sonra ise okulda ve evde farklı kişilikler sergilemeyi keşfederek bu çelişkiler batağının sıkıntılarını şuurunun altına iter. Böylece de, cemiyet şizofrence davranan fertler üretmeğe devam eder.
11-Çapkınlık erkeğe mahsus bir meziyet olarak anlatılır.
12-Yalan söyleme öğretilir. Meselâ, bir telefon çaldığında "çocuğum beni arayan olursa, evde yok de" denilerek bu işe başlanır.
13-Anneler çocukların hatalarını ve suçlarını örterler. Hâlbuki, ciddî konuların çok ciddî bir ortamda, hem âdil, hem de şefkatli bir şekilde ele alınması gerekir.
14-Atalar, çocuk terbiyesinde bizzat faal değildirler. Meselâ, belirli bir istikamet ve düzen içerisinde çocuklarına kitap okuyan anne veya baba tasavvur etmek oldukça zordur.
15-Çocukların önünde her türlü özel ve mahrem işler konuşulur. Çocuklar her işe karışır. O zaman da ailede başla ayak karışır ve kiplik duygusu zaafa uğrar.
16-Çocuklara yabancılara karşı aşağılık duygusu aşılanır. Yabancı dil bilenlere karşı hayranlık duygusunun ifadesi bunun en belirgin örneğidir.
17-Tek çocukla yetinen aile sayısı giderek artmaktadır. Çocuğun ömür boyu yalnızlığa ve ileriki yaşlarda anne-baba ile tek başına ilgilenme yükünü taşımaya mahkûm edilmekte olduğunu ne anlatan ne de düşünen vardır.

Milletimizin, devletin müdahalesini beklemeden, kendi başına, çocuk terbiyesi meselesine eğilmesi ve tedbir alması âcil işlerdendir. Bizim gibi, dünya yüzündeki yeri çok muhataralı olan milletler acar ve her bakımdan güçlü olmak zaruretindedir. Aksi hâlde, önce istiklâlini, sonra da töresini kaybeder. Bu işle en önce uğraşacak olanlar da milletine de, günümüz dünyasına da yabancı olmayan uzmanlar olmalıdır.

En nihayet, en büyük kaynağa, Resulüllah Efendimizin terbiye usûlüne bakılacak olunursa: şefkatin elden bırakılmaması, erken yaşta terbiyeye başlanması, ciddiyetin ve yoğunluğun tedricen arttırılması, şımartmaktan kaçınılması, kabiliyete göre istikamet verilmesi, edep ve hayâ duygusuna itibar edilmesi ve öğreticiye büyük değer verilmesi gibi ilkeler vardır. Bize de en başta bunlara itibar etmek düşer.
Kaynak:
(1) Mustafa Kahramanyol, emekli öğretim üyesi, [email protected]