Mek­ke’nin fet­hin­den ön­ce Al­lah rı­za­sı için bü­yük fe­dakârlık­lar­la Me­di­ne’ye gö­çüp Pey­gam­be­ri­miz’in (s.a.) ya­nın­da yer alan, zen­gin iken yok­sul dü­şen, ev­li iken ev­siz (eş­siz ve ev­siz) ka­lan, top­lu­mu için­de iti­bar­lı bir kim­se iken Me­di­ne’de ga­rib olan, ama bü­tün bun­la­rı önem­siz kı­lan bir dev­le­te; “Al­lah Re­su­lü ile be­ra­ber­lik” dev­le­ti­ne eren ashâba mu­ha­cir­ler di­yo­ruz. Mek­ke fet­he­dil­dik­ten son­ra bu sı­fat­la anıl­ma ve bu ma­na­da mu­ha­cir ol­ma im­ka­nı so­na er­miş ol­du. Bun­dan son­ra mü­min­le­rin önün­de gü­nah­tan se­va­ba, nef­sin rı­za­sın­dan Al­lah rı­za­sı­na, ce­hen­ne­me gö­tü­ren yol­dan cen­ne­te gö­tü­re­ne göç­mek (hic­ret) ve iyi ni­yet kal­mış ol­du.
Hic­ret İs­lam ve Müs­lü­man­la­rın ta­ri­hin­de çok önem­li bir olay ol­du­ğu için Hz. Ömer’in hi­la­fe­tin­de bu­nu, tak­vim­le­ri­nin baş­lan­gı­cı kıl­dı­lar. O dö­ne­me ka­dar Arap­la­rın bel­li bir ta­ri­hi yok­tu. Ba­zı önem­li ha­di­se­le­ri “Hz. İb­ra­him’in ate­şe atı­lı­şı, Fil va­ka­sı” şek­lin­de ta­ri­he baş­lan­gıç ola­rak kul­la­nı­yor­lar­dı.
Me­de­ni­ye­ti­mi­zi zor­la terk et­ti­ren­ler yıl­ba­şı­mı­zı da de­ğiş­tir­di­ler, Ba­tı uy­gar­lı­ğı­nı tak­lid et­me­yi çağ­daş­laş­ma/me­de­ni­leş­me sa­yan­lar yıl­ba­şı­nı da on­la­rın tak­vim­le­ri­ne uy­dur­du­lar, an­cak ze­kat, oruç, hac gi­bi iba­det­le­ri­miz­de biz ha­la ka­merî tak­vi­mi ve res­mi tak­vim ya­nın­da hicrî tak­vi­mi kul­la­nı­yo­ruz. Bir gün za­lim dün­ya dü­ze­ni­ni adil dün­ya dü­ze­ni­ne çe­vir­me mis­yo­nu­nu üm­met yük­len­di­ğin­de res­mi tak­vi­mi­miz de de­ği­şe­cek­tir.
Bu mü­na­se­bet­le Pey­gam­be­ri­miz’in (s.a.) “âlem­le­re rah­met olu­şu­nu” ka­bul et­me­yen ve il­gi­li âye­ti ge­le­nek­te olan­dan fark­lı yo­rum­la­yan­la­ra bir ha­tır­lat­ma yap­mak is­te­dim.
“Her ilim sa­hi­bi­nin üs­tün­de bir ‘her şe­yi bi­len’ var­dır”. Ken­di­ni en bil­gin, tek bil­gin sa­nan, bil­di­ği ve söy­le­di­ği­nin de mut­lak doğ­ru ol­du­ğu­na ina­nan kim­se­ler ya­nıl­mak­ta­dır. İslâmî ilim ge­le­ne­ği âlim, sûfî ve fi­lo­zof sı­fat­la­rıy­la anı­lan bin­ler­ce üs­tün ze­ka­nın or­ta­ya koy­duk­la­rı bil­gi bi­ri­ki­mi­dir. Ça­ğın ali­mi (ilim yol­cu­su) yet­kin ise bun­la­rı tak­lit et­mek mec­bu­ri­ye­tin­de ol­ma­ya­bi­lir, ama ne söy­le­dik­le­ri­ni, ne­re­den ve na­sıl söy­le­dik­le­ri­ni bil­mek du­ru­mun­da­dır; bu bil­gi­nin iki fay­da­sı var­dır: 1. İn­sa­nı ya­nıl­mak­tan kur­ta­ra­bi­lir. 2. Ak­lı­na akıl, dü­şün­ce­si­ne dü­şün­ce, il­ha­mı­na be­re­ket, bil­gi­si­ne zen­gin­lik ka­tar.
“Pey­gam­be­ri­miz’in alem­le­re rah­met ola­rak gön­de­ril­me­di­ği, il­gi­li âyet­te ge­çen rah­me­tin ‘Al­lah’ın rah­me­ti’ ol­du­ğu; ya­ni Al­lah âlem­le­re mer­ha­met­li ol­du­ğu için kul­la­rı­na Pey­gam­be­ri­miz’i gön­der­di­ği” id­di­ası/yo­ru­mu kar­şı­sın­da ge­le­nek­te ne var di­ye iki tef­si­re bak­tım: Ta­berî ve Râzî’nin tef­sir­le­ri­ne. Bu tef­sir­le­rin il­ki ri­va­yet, ikin­ci­si di­ra­yet tef­sir­le­ri­nin zir­ve­le­ri­ni tem­sil eder­ler.
Her iki tef­sir sa­hi­bi de Arap­ça’yı iyi bi­lir­ler, İslâmî ilim­le­ri de hak­kıy­la oku­muş ve haz­met­miş­ler­dir. Bun­lar­da “âlem­le­re rah­met ol­ma” du­ru­mu­nu Pey­gam­be­ri­miz’e de­ğil de Al­lah’a ait kıl­ma an­la­yış ve yo­ru­mu mev­cut de­ğil­dir.
Bu yo­ru­mu ya­pan­la­rın naklî (gra­mer, ayet ve ha­dis ola­rak) tu­tar­lı bir de­lil­le­ri ve da­ya­nak­la­rı yok­tur.
Aklî de­lil ola­rak da şu­nu söy­lü­yor­lar: “Alem­le­rin için­de can­lı can­sız bü­tün var­lık­lar var­dır, bun­la­ra rah­met ol­mak söz ko­nu­su de­ğil­dir, âlem­le­ri can­lı­lar ve bun­la­rın için­den de in­san­lar ola­rak al­sak bi­le bun­la­rın için­de mü­min­ler ve kâfir­ler var­dır; Al­lah Re­su­lü kâfir­le­re rah­met ol­ma­mış­tır…”
Ba­kın o iki mü­fes­sir de bu dü­şün­ce­nin, ak­la ge­len bu ih­ti­ma­lin far­kın­da­lar (ya­ni bu­nu dü­şü­nen­ler yal­nız­ca bir­kaç çağ­daş tef­sir­ci de­ğil­dir), an­cak on­lar, di­ğer akıl ve na­kıl de­lil­le­ri­ni de göz önü­ne ala­rak bu­ra­da ge­çen “âlem­ler­den” mak­sa­dın in­san­lar ol­du­ğu­nu, in­san­la­rın için­de mü­min­ler ve kâfir­le­rin de bu­lun­du­ğu­nu, Pey­gam­be­ri­miz’in (s.a.) mü­min­le­re ir­şad, ör­nek­lik ve şefâat­le… rah­met ol­du­ğu­nu, kâfir­le­re ise baş­ka ka­vim­ler­de ol­du­ğu gi­bi dün­ya­da kü­für­le­ri­nin ce­za­sı­nı çek­mek­ten kur­tar­dı­ğı için rah­met ol­du­ğu­nu (Sen on­la­rın için­de iken Al­lah on­la­rın kö­kü­nü ka­zı­ya­cak bir azap­ta bu­lun­maz… Enfâl: 8/33) hak­lı ola­rak ifa­de et­miş­ler­dir. Ve de­miş­ler­dir ki: Ge­nel ifa­de­le­rin ba­zı is­tis­na­la­rı­nın ol­ma­sı bu ifa­de­le­rin mak­sad ve ma­na­sı­nı or­ta­dan kal­dır­maz. Me­se­la yağ­mur da rah­met­tir, ama ba­zı za­rar­la­rı da ola­bi­lir, bu is­tis­nai du­rum onun ge­nel ma­na­da rah­met ol­ma özel­li­ği­ni or­ta­dan kal­dır­maz.
Ge­le­nek­te bun­lar var iken çağ­daş id­di­ala­rın en azın­dan da­ha mü­te­va­zı ol­ma­sı ge­rek­mez mi?
Bir de şu var:
Di­ye­lim ki, “Al­lah Teâlâ’nın rah­me­ti âlem­şü­mul ol­du­ğu için Pey­gam­be­ri­miz’i gön­der­di”, pe­ki, yo­rum­cu­nun ak­li iti­raz­la­rı bu yo­rum için de ge­çer­li de­ğil mi­dir? Ya­ni Al­lah âlem­le­re rah­met­li-mer­ha­met­li olun­ca kâfir­le­rin, dün­ya­da acı çe­ken­le­rin, dert­li­le­rin… bu rah­me­tin dı­şın­da kal­mış ol­ma­la­rı­na ne di­ye­ce­ğiz?
Al­lah’ın rah­me­ti ga­da­bı­na ga­lip­tir, Pey­gam­be­ri­miz de âlem­le­re rah­met ola­rak gön­de­ril­miş­tir; an­cak bu rah­met ve mer­ha­met­ten is­ti­fa­de ede­bil­me­nin şart­la­rı kon­muş­tur, bu şart­la­ra uy­ma­yan­la­rın rah­met­ten is­ti­fa­de ede­me­me­le­ri ge­nel ma­na­yı ve ku­ra­lı boz­maz ves­se­lam.