Vakıf müessesesinin tarihi çok eskilere dayanır. İslâmiyet'ten önce Arabistan'da bilinen en eski vakıf Mekke'deki Kâbe'dir. Kâbe, yeryüzünde ilk mabed olarak kabul edilir ve yapının temelleri Hz. Âdem Aleyhisselama kadar dayanır. Bugünkü Kâbe şeklinin İbrahim aleyhisselam ve oğlu İsmail aleyhisselam tarafından inşa edildiği Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de meâlen: "Siz sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcayıncaya kadar asla iyiliğe ermiş olamazsınız. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir." (Âl-i İmrân sûresi: 92) hükmü beyan buyrulmuştur. Bu âyet-i kerimenin inzalinden sonra ashâb-ı kirâm sevdiği malları infak etme hususunda birbirleriyle yarışa girmişlerdir.  Cabir radıyallahü anh: "Ben hicret edenlerden veya ensardan; mal sahibi olup ta, vakıf veya tasaddukta bulunmayan hiç kimseyi tanımıyorum" diyerek, ashab-ı kirâmın vakfa ne kadar önem verdiğini izah etmektedir. Esasen Peygamber efendimiz "Sallallahü aleyhi vesellem"'in Medine'de bulunan ve kendi özel mülkü olan; "Fedek arazisini", fakir mü'minlerin ihtiyaçlarının karşılanması için vakfettiği bilinmektedir. 

Hazreti Ömer Radıyallahü Anh'in en kıymetli malı Hayber'de bulunan hurmalığıdır. Peygamberimiz "sallallahü aleyhi vesellem" e gelerek: "Ey Allah'ın Rasûlü. Hayber'de öyle bir hurmalık elde ettim ki, ondan dâha güzeli şimdiye kadar elime geçmemişti. Bana bu hurmalığı ne yapmamı emredersiniz?" diye sordu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem "sallallahü aleyhi vesellem " efendimiz; Onu aslı ile birlikte tasadduk et. Eğer böyle yaparsan o (hurmalık) satılamaz, hibe edilemez ve hiç kimse ona (hurmalığa) vâris olamaz." buyurdu.Hz.Ömer radıyallahü anh, bunun üzerine "Satılmamak, hibe edilmemek ve mirâsa konu olmamak şartıyla hurmalığın gelirlerini, fakirlere, akrabaya, kölelikten kurtulmak isteyenlere, Allah yolunda savaşanlara, yolda kalmışlara ve misafirlere harcanmak üzere vakfetti. Ona bakan kimse (mütevelli) iyilikle yiyebilir ve dostuna da yedirebilir."

Sevgili Peygamberimiz "Sallallahü aleyhi vesellem" bir Hadîs-i Şerîflerinde buyurdular: "Âdemoğlu öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Üç kimse bundan müstesnadır. Devamlı sadaka (sadaka-i câriye) meydana getirenler, topluma yararlı bir ilim (eser) bırakanlar ve kendisine hayır dua eden hayırlı evlat bırakanlar."
Vakıf; Kurân-ı Kerîm, Hadis-i şerîf ve ashab-ı kirâm'ın icmaı ile sabit olan İslâmî bir müessesedir. Camiler, mescidler, medreseler, kütüphaneler, zaviyeler ve kervansaraylar hep "vakfın" önemini kavrayan mü'minlerce meydana getirilmiştir. Herhangi bir vakıf kadı'nın (hâkim) tasdik ettiği vakfiyede belirtilen şartların dışında kullanılamaz.

Kültürümüzde vakıf geleneği asırlardan beri devam etmektedir. Kimsesizler, yoksullar, yetimlerden tutun da hayvanlara varıncaya kadar vakıf medeniyetimizin en önemli nişanesi olarak görkemli eserler inşa etmiş, medeniyetimize kan ve can vermiş. Hayrat geleneğimiz alıp başını yürümüş. Camiler, çeşmeler, selsebiller, okullar, imaretler, misafirhaneler, su tesisleri, kaplıcalar gibi yüzlerce vakıf eseriyle şehirler harmanlanmış... Özellikle de vakıf bırakanların amel defterlerini, öldükten sonra kapanmaması, mü'minlere daha bir şevk ve azim vermiştir.

Bu maksatla vakıf yoluyla camiler, mescitler, namazgâhlar, mektepler, medreseler, kütüphaneler, kervansaraylar, çeşmeler, suyolları ve tesisleri, yollar, köprüler, deniz fenerleri, kale ve istihkâmlar, spor saha ve tesisleri, mesire yerleri, dul ve yetim evleri, emzirme ve büyütme yuvaları, kışın tehlikelerle dolu olan yüksek dağlarda ve geçitlerde cankurtaran istasyonları niteliğinde barınaklar ve bunun gibi nice hayrat binalar meydana getirilmiş ve bunların büyük bir kısmı zamanla mimari ve tarihi açıdan değerli birer anıt haline gelmiştir.

Kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garip leyleklerin bakım ve tedavisine, bayram günlerinde şehir ve kasabalarda top atılarak çocukların sevindirilmesine, halkın neşe ve mutluluğunun arttırılmasına, alış-veriş edenlerin aldatılmasını önlemek üzere çarşı ve pazarlara ölçek ve kantar konulmasına, evlatlıkların hırpalanıp azarlanmamaları için kırdıkları kap-kacağın tazmin edilmesine, yoksul ve öksüz kızlara çeyiz verilmesine, düğünlerin yapılmasına, çalışamayacak kadar yaşlı olan veya sakatlanan meslek ve sanat erbabı ile işçilere yardım için fonlar tahsisine, halka yararlı eserler yazdırılıp çoğaltılmasına, ceza evlerindeki mahkûmların bazı ihtiyaçlarının karşılanmasına, halkın gıda ihtiyacının düşünülmesine, et fiyatlarının kış aylarında yükselmemesini sağlayacak tedbirlere, ıslah edilmiş koyunluklar kurmaya ve tarımın geliştirilmesine kadar pek çok hizmet yine vakıflar kanalıyla uygulanmıştır.

Sevgili Peygamberimiz döneminden başlayarak vakıf kültürümüz ve geleneğimiz hep sürmüş; Selçuklular, Osmanlılarda daha bir arttıkça artmış ve müesseseleşmiştir. Fatih Sultan Mehmed'le vakıf geleneği artık Osmanlı kültürünü belirleyici bir unsur olarak öne çıkmış ve hep öyle devam etmiştir.
Fakat gelin görün ki, vakıf bırakanlar yaptırdıkları vakfettikleri eserleri geride bırakırken onların korunmasını, kollanmasını, yaşatılmasını istemişler. Bu nedenle geride bıraktıkları eserlerin bir duvarına ya bir dua, ya da bedduayı asmayı ihmal etmemişlerdir. Yalnızca halk değil, bu geleneği Padişahlar dahi sürdürmüşlerdir.

Nitekim; Evliya Çelebi, XVII. yüzyıldaki Osmanlı vakıf eserler hakkında, " ben elli yılda 18 padişahlık ve krallık yere seyahat ettim, hiçbir yerde bu kadar hayrat görmedim" diye yazacaktır.
Bugün bile bütün canlılığı, bütün haşmeti ile varlığını sürdüren vakıflar hizmet alanlarını toplumun ihtiyaçları oranında artırarak devam ettirmektedirler.

Geçmişteki sayısız sosyal ve hayri hizmetlerinden bir kısmını arz ettiğimiz vakıfların, Türk sosyal hayatının çekirdeği olduğunu söylemek yerinde olur.
Sonuç olarak "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır. Malın en hayırlısı Allah yolunda harcanandır. Vakfın en hayırlısı da, insanların en çok duydukları ihtiyacı karşılayandır."