1969-1970 öğretim yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü'ne kaydımı yaptırdım. Parasız yatılı olarak tahsilime başladım.

Konya Yüksek İslam Enstitüsü, İmam Hatip Okulu'nun yanındaydı. Bahçeyi ortak kullanıyorlardı. Ama İHO öğrencileri, bahçenin bizden tarafında pek geçmiyorlardı. Bahçenin bakımı çok iyiydi. Ortasındaki havuz, bahçeye farklı bir hava katıyordu. Enstitü'nün kuzey tarafında cezaevi vardı. İlk dönemde nöbetçilerin düdük sesinden pek uyuyamıyorduk. Ama sonraları alıştık.
Yüksek İslam Enstitüsü, bize çok farklı geldi. Hocalar, derslere geliyorlar, konuşuyorlar konuşuyorlar, gidiyorlardı. Ders kitabı yok, ders notu yok, yazılı yok, sözlü yok. İmam Hatip Okulu'ndaki sıkı dönemden sonra yüksek tahsil, bize çok gevşek geldi. Dersler, öğleye kadardı. Öğleden sonrası boştu. İstersen kütüphaneye gir çalış, istersen çıkıp Konya'yı dolaş, şehri tanı. Akşamleyin kaçta dönersen dön, karışan yok. Çalışmak istersen sınıfa gir, etüd yap, sınıfta da üç beş kişiden başka kimse yok.

Birinci dönemde il halk kütüphanesini ve yanındaki konferans salonunu çok ziyaret ediyordum. Orada bazı etkinlikler, konferanslar oluyordu. Bir defasında Aşıklar Şenliği'ni izleme fırsatı buldum. Aşıkların birbirleriyle kıyasıya atıştıklarına ilk defa orada şahit oldum. Aşıkların "dudak değmez" dedikleri yarışmayı orada tanıdım.
İlk yılın heyecanıyla Mevlana ihtifalini kapalı spor salonunda izlemeyi çok arzu ediyordum. Sonunda o da gerçekleşti. Devrin başbakanı ve kültür bakanının da katıldığı organizasyonda coşkulu bir kalabalık vardı. Kani Karaca'yı ilk defa orada dinledim. O muhteşem sesiyle Nat-ı Şerif okuyuşunu bugün gibi hatırlıyorum. İzleyicilerin arasında çok sayıda yabancı turist ve konuk vardı. Sonraki yıllarda da bu törenlere katılmayı adet edindim.

Bu dönemde Mevlana ile ilgili bilimsel toplantılar da yapılıyordu. Bu kapsamda İtalyan oryantalist / şarkıyatçı Prof. Dr. Anna Masalla'nın konferansını izlemek üzere konferans salonuna gittik. Kadın, sözlerine bakılırsa Mevlana ve İslam hayranı. Konferansın sonunda boynunda takılı olan Kur'an-ı Kerim'i çıkarıp öptü. Salondan büyük alkış aldı. Bunun üzerine bir arkadaşımız, "İslama ve Kur'an'a bu kadar aşıksınız; Müslüman olmayı düşünüyor musunuz?" diye sordu. Cevap ilginçti: "Mevlana bana ne olursan ol, gel. Her nasılsan öyle gel dedi. Ben de öyle geldim. Yani değişmeme gerek yok."

Eğer Mevlana böyle demişse bile biz onu "Tövbe et, ıslah ol, öyle gel" anlamında değerlendiriyorduk. Anna Masalla ve onun gibilerin düşüncelerine göre Mevlana'nın böyle bir derdi yokmuş. Bu, olamaz diyordum. Bir gün Konya Mevlana Müzesi Müdürü Mehmet Önder'in o çağrı sözcüklerinin Mevlana'ya ait olmadığını, o dönemde yaşayan bir Rum keşişe ait olduğuna dair sözlerini dinleyince rahatladım. Sonra bu rubainin Mevlana Müzesi'nde bulunan el yazması bir Divan-ı Kebir'in kapağında kayıtlı olduğunu, diğer Divan-ı Kebir nüshalarında rastlanılmadığını öğrendim. 
Bundan da anlaşıldığına göre bu, Mevlana'ya ait olmayan bir şiirdir. Son zamanlarda bazı araştırmacılar da bu şiirin İranlı şair Ebu Said Ebü'l-Hayr'a ait olabilecğini söylemektedirler.
Birinci dönemde Konyalı Yusuf Işıcık arkadaşımız, on kişiyi Sille'de iftara davet etti. Sille denilen mevkide Tahir Büyükkörükçü hocanın öncülüğünde Erenköy diye bir mahalle kurulmuş. Evler, hep tek katlı ve yüksek duvarlıydı. Müstakil evlerdi. Her biri bir dönümlük arsaya yerleşmişti. Farklı mimarisiyle özellik arz eden farklı bir köydü.

Yusuf Işıcık, bizleri akşama doğru Erenköy'e götürdü. Ev, bir zengin hacıya aitmiş. Hürmetle karşılandık. Oradakilerle tanıştık. İçeri girip yerimizi aldık. İftar saatini beklemeye başladık. Sofraya önce tereyağ, bal, pekmez, reçel, zeytin, peynir, börekler, çörekler geldi. Ezan okunur okunmaz biz, büyük bir iştahla yemeye başladık. Yaşlılar bize "Çok yemeyin gençler" diyorlardı ama biz de "Kendileri yiyemiyorlar da onun için bize böyle diyorlar" sandık. Meğer onlar, iftariye imiş. Esas yemekler, ondan sonra başlayacakmış.

Nitekim öyle oldu. O iftariyeler kaldırıldı. Çorbadan başlayarak et, pilav, börek ve baklavadan oluşan zengin bir iftar sofrası kuruldu. Bu defa birbirimize bakmaya başladık. Önce neredeyse karnımızı doyurduğumuz için bir şeyler daha atıştırdıysak da pek fazla bir şey yiyemedik. Konya'da ilk ve son iftar davetinden böyle yeterince nasiplenememiş olarak ayrıldık.