Bazı şeyler denk gelmeli, yolunda gitmeli hayatta... O küçücük, adına mutluluk dediğimiz yaşantılar, hep bu "denk gelmelerin" üzerine kurgulanmakta. Yüzümüzde beliren ve kendini bir türlü saklayamayıp ele veren ruh hallerimiz, bu küçük rastlantı ve yolunda gitmelere bağlanmış, sanki sürtünmesiz bir ortamda, halden hale geçmekte... Günlerimiz, kendimizi inandırmakla, bir şekilde ikna etmekle, karşısında kas katı kaldığımız sonuçları görmekle ya da bir tuhaf alışkanlığa razı oluşu yaşamakla geçmekte... O meşhur animasyon filmindeki meşe palamudunun peşine koşan sincaptan ne farkımız var? Herkes bir meşe palamudu peşinde... Kimisi kavuşmuş, mutlu... Kimisi ellerini açmış duada, umutlu... Mevzuu aynı: Meşe palamadu...
İnsan çalıştığına çabaladığına pişman olur mu? Sonuç dediğimiz şey, bizi nereden nereye götürür? Sonucun güvenilirliği neden hiç tartışılmaz? İşimize gelen her sonuç güzel midir? "Kazanalım da nasıl olursa olsun" düşüncesi, ne zamandan beri esir aldı bizi? 
Geçenlerde evde ayıklama-tasnif işlemleri yapıyordum. Aldığım ödüller, plaketler, teşekkür belgeleri 'ne geldi sıra; Bazılarını görünce gözlerimin parladığı...  Üzerlerindeki noktalama işaretlerine varana kadar hak ettiğimi düşündüklerimi, en üste koydum. Hele bir tanesini, hiç hak etmediğimi düşündüğümü ise atasım geldi... Hayatımın en kötü meslek performansıydı o! Bir sürü talihsiz olaylar zincirinin de birbirini takip etmesiyle, sonunda yüzümün kızardığı bir program yapmıştık. Sıradan alkış seslerinin kulağıma tutunamayıp yerlere döküldüğünü hatırlıyorum. "Çok güzeldi" sözlerini sağlıklı bir zemine oturtamıyordum. Hatta onlara çıkışıp "Neresi güzeldi?" diye söylenesim geliyordu. Büyük bir riya çerçevesinin ana kahramanı görüntüsü, o anki ruh halimi yerden yere vuruyordu. Ne bitmez tükenmez, ne menem bir tablodur bu tebrik sahnesi! Hele de hiç hak etmemişken... Ses düzeni tam bir felaketti. Salonda büyüklerden çok, çocuk ve onların borazan sesleri vardı. Kendi yaptığım müzikten çok onları duyuyordum. Ardı arkasına susmayan cep telefonları da cabası... Tam bir curcuna... Bir ara Fazıl Say'ın yaptığı gibi, bırakıp gitmek istedim. Böyle bir hareketi yapabilmek için Fazıl Say kadar büyümek mi gerekliydi? Bu eğitici hareket, daha çok bir öğretmene yakışmaz mıydı? Belki de zamanında, birçok şef bu hareketi yapmış olsaydı, Fazıl Say'ı, salonu terk ettirecek kıvam hiç oluşmayacaktı... Protokolde oturan önemli insanlar olmasa, dönüp, verip veriştiresim var ama olmaz! Yapamam... Katlanmak, sakinlikle sonuca razı olmak da marifet. Sonuçta salon Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Salonu değil ve ben de Gürer Aykal değildim...
En sevdiğim ödülüm, ortadan ikiye çatlamış durumdaydı. "Şuna bak!" dedim kendi kendime... Vitrinde ışıl ışıl durmayı hak eden çatlak, utancından kafasını çıkaramaması gereken de, olanca arsızlığıyla sapa sağlam, sırıtmaktaydı...
Plaketlerden sonra sıra, birçoğu "Korolar Şenliği "ne ait olan belgelere gelmişti. Rütbe anlamında görünür bir katkısı olmasa da benim için en anlamlı olanlarıydı... Üzerine bakarken dalıp gittiğim belgelerden birisi elimdeydi. Üzerinde, şenliğe katıldığım ortaokul korosu ve ödül kategorisi yazıyordu: "Koro - Şef Uyumu Ödülü..." Evet! Kesinlikle hakkımız olan ödül buydu... İl dışına çıkardığım yirmi çocuğun ailelerini ikna etmek çok zor olmuştu. Müzik faaliyetini Milli Eğitim'in imkânlarına ilişkilendiremediğimiz için yalnız kalmıştık. Şenliğe "Gezi Programı" çatısında gidebilmiştik. Vasıta temin edebilmek için okulda iki seans ücretli dinleti yapmıştık. Koronun en iyi öğrencisi rahatsızlanıp gelememişti. Şoförün "D" sınıfı belgesi olmadığı için yoldan geri çevrilecekken, yüklü bir ceza ödeyerek yola devam edebilmiştik. Sahneye çıkmak üzereyken, koristlerden birisinin ortalarda olmadığını fark etmiş, şenlik komitesine durumu izah etmek için yalvar yakar olmuştuk. Tam sıra bize gelmişti ki, çocuk elinde bir tencere ile gözükmüştü: "Öğretmenim bu sarmaları nereye koyayım?"
İşte bu yüzden ödül, isabetli olmalıdır! Aldığınızda sindirebilmelisiniz...
Sonuna kadar hak ettiğimi düşündüğüm ödülümü memlekete götürürken, üzerine titredim, muhafaza ettim. Okuldakiler kahraman edası ile karşıladılar bizi. Bir hafta boyunca mevzuu olduk sohbetlerde... Hele gazeteler: "Okul korosu şampiyonlukla döndü..." Müdür benim gibi bir öğretmene sahip olduğu için şanslı olduğunu ifade etti. Arkadaşlar teneffüslerde çayımı doldurup simit ikramında bulundular. Dersine girmediğim öğrenciler bile uzaktan hayranlıkla bakıyorlardı. Zar zor izin aldığımız veliler sormaya başlamışlar: "Bir sonraki şenlik ne zaman?" 
İşte dedim: "En güzel ödül bu!" 
Belge de olsa onu itina ile aldım yerinden... Plaketlerin üzerine koydum. Mutluyum... Çünkü biliyorum ki en güzel şey uyum...