KA­RA TEN­CE­RE­DE YAH­Nİ: Şim­di­ki gi­bi köy­le­ri­miz­de dü­dük­lü ten­ce­re­ler, mik­ro dal­ga fı­rın­lar yok­tu. Be­nim ce­fakâr köy­lü anam­da ken­di­ne gö­re çö­züm üre­tir­di. Özel­lik­le kur­ban son­ra­sı her ev­de ya­pı­lan 'no­hut­lu yah­ni tü­rü et ye­mek­le­ri da­ha ko­lay piş­sin di­ye ten­ce­re­ye kon­duk­tan son­ra ağ­zı­na ka­pa­ğı ka­pa­tı­lır. Ha­va al­ma­sın di­ye ka­pa­ğın ke­nar­la­rı ha­mur­la iyi­ce sa­rı­lır­dı. Al sa­na dü­dük­lü ten­ce­re. Me­şe odu­nun­da ya­vaş ya­vaş pi­şen bu ye­mek ate­şin­den mi, do­ğal­lı­ğın­dan mı yok­sa da­ha çok kur­ban­dan kur­ba­na ol­du­ğun­dan mı bi­lin­mez ne­fis olur­du. 

Şim­di imkânla­rı­mı­zı da­ha çok ço­ğalt­tık ama içi­ne es­ki­nin do­ğal­lı­ğı­nı, lez­ze­ti­ni koy­ma­yı unut­tuk ga­li­ba. Özel­lik­le or­ta yaş ve üze­ri sof­ra­ya otur­du­ğun­da 'ah ne­re­de es­ki­nin lez­ze­ti?' di­yor.

TEN­CE­RE­NİN AL­TI­NI KÜL­LE­ME:  Köy­lü va­tan­daş ye­mek­le­ri­ni pi­şir­mek için ba­kır ten­ce­re kul­la­nır­dı. Bu tür ten­ce­re­ler­de pi­şi­ri­len ye­mek­le­rin lez­ze­ti da­ha iyi olur­du. Ye­mek­ler di­bi­ne sar­ma­sın di­ye ten­ce­re­nin al­tı­nı me­şe kü­lüy­le kül­ler­ler­di. Ya­ni ocak­ta ya­nan me­şe odu­nu­nun kü­lü su ile ka­rı­lıp (ka­rış­tı­rı­lıp) ten­ce­re­nin al­tı­na sı­va­nır­dı. Bu ya­pı­lan işe kül­le­me de­nir­di. Ten­ce­re­nin kül­le­me işi da­ha çok ocak uzun sü­re ka­la­cak ye­mek­ler pi­şi­ri­lir­ken ya­pı­lır­dı. Çor­ba tü­rü kı­sa sü­re­de pi­şe­cek ye­mek­ler ya­pı­lır­ken ge­rek du­yul­maz­dı.

ALÜ­MİN­YUM (KU­ŞE­NE) TEN­CE­RE: Köy­ler­de ke­li­me­ler­de­ki ba­zı harf­ler ge­nel­de de­ği­şi­me uğ­rar. Bun­lar­dan bi­ri de alü­min­yum ke­li­me­si­dir. Köy­ler­de alü­min­yum ten­ce­re için ali­miy­yum ku­şe­ne de­nir­di. Ba­kır ten­ce­re­ler­den son­ra alü­min­yum ten­ce­re­ler, ta­va­lar, dem­lik­ler ev­le­re gir­me­ye baş­la­dı. Ba­ya­ğı­da rağ­bet gör­dü. Özel­lik­le çor­ba, ma­kar­na gi­bi kı­sa za­man­da pi­şi­ri­le­cek ye­mek­ler için ter­cih edi­lir­di. Di­ğer ta­raf­tan al­tı­nı kül­le­me ih­ti­ya­cı yok­tu. En teh­li­ke­li yö­nü ise bu tür kap­la­rı çok uzun sü­re kul­lan­mak ve sağ­lık açı­sın­dan teh­li­ke­si­ne ma­ruz kal­mak­tı. Es­ki­den alü­min­yum ten­ce­re­ler, ta­va­lar pa­ha­lı idi. Di­ğer ta­raf­tan es­ki alü­min­yum kap­lar kö­ye ge­len es­ki­ci­le­re ki­lo he­sa­bı sa­tı­lır­dı.

HO­CA (İMAM) MEK­TE­BİN­DE OKU­MA: Es­ki­den köy yer­le­rin­de imam­la­rın, öğ­ret­men­le­rin ağır­lı­ğı da­ha çok­tu. Ya­ni kö­yün ağır top­la­rıy­dı. Okul­lar ta­til olur ol­maz ho­ca mek­te­bi (yaz ku­ran kur­su) di­ye ta­bir edi­len eği­tim baş­lar­dı. Köy­de olup ta ho­ca mek­te­bi­ne git­me­mek suç­tu. Ge­rek­ti­ğin­de köy ima­mı eve ka­dar ge­lir 'se­nin ço­cuk ni­ye gel­mi­yor' di­ye an­ne-ba­ba­sı­nı he­sa­ba çe­ker­di. Di­ğer ta­raf­tan imam, öğ­ret­men kah­ve­dey­ken ço­cuk­lar kah­ve­ye ge­le­mez,  ak­şam eza­nın­dan son­ra imam, öğ­ret­men gö­rür di­ye so­kak­ta ra­hat oy­na­ya­maz­dı. Oyun oy­nar­ken imam, öğ­ret­men ora­dan ge­çe­cek olur­sa da­ha uzak­tay­ken 'ho­ca ge­li­yor' di­ye ka­çı­lır­dı. Ho­ca mek­te­bin­de elif cü­zi, aka­bin­de Ku­ran ve 32 farz öğ­re­ti­lir­di. İma­mın ya­nı ba­şın­da 4 - 5 met­re uzun­lu­ğun­da oğün­de­re (uzun so­pa) bu­lu­nur­du. Bu uzun so­pa­nın iki gö­re­vi var­dı. Bi­rin­ci­si imam is­te­di­ği öğ­ren­ci­ye uzun so­pay­la işa­ret ede­rek oku der­di. İkin­ci­si ise ya­ra­maz­lık ya­pan­la­rı, der­si­ni ve­re­me­yen­le­ri dür­tük­ler­di, ye­rin­den kak­ma­dan ko­lay­ca eli­ne hat­ta ba­şı­na vu­ra­bi­lir­di. Da­yak yi­yen öğ­ren­ci eve gi­din­ce 'ho­ca be­ni döv­dü' di­ye an­ne­si­ne- ba­ba­sı­na di­ye­mez­di. Çün­kü der­se muh­te­me­len 'ni­ye ya­ra­maz­lık yap­tın ve­ya ni­ye su­re­ni oku­ya­ma­dın'  di­ye bir to­kat­ta ba­ba­sın­dan ye­me ih­ti­ma­li olur­du. Ka­ra dü­zen ama sa­mi­mi olan eği­tim­den mo­dern eği­ti­me gel­dik. Bı­ra­kın döv­me­yi ca­mi­de tut­mak için he­di­ye­ler sı­ra­la­dık. Ol­ma­sı ge­re­ken­de bu­dur. Ho­ca mek­te­bi­ne de­vam edip­te bir­de ca­mi­de ezan oku­yan, mü­ez­zin­lik ya­pan­la­rın an­ne­si - ba­ba­sı çok se­vi­nir­di. Hat­ta an­ne­ler ezan okur­ken 'su­sun be­nim oğ­lum oku­yor' di­ye ay­rı bir he­ye­can du­yar­dı.

Bu ve­si­le ile üze­ri­miz­de bü­yük eme­ği olan, köy­de­ki ço­cuk­la­rın il­ko­kul­dan son­ra imam - ha­tip­le­re ve­ya di­ğer okul­la­ra git­me­si için ana­la­rı ba­ba­la­rı ik­na et­me­ye ça­lı­şan, or­ta­okul sı­ra­la­rın­da okur­ken bi­le biz­le­re kür­sü­yü tes­lim eden, re­sen va­az yap­tı­ran, ezan oku­tan, her gör­dü­ğün­de 'şim­di ne­re­de­sin?' di­ye sor­gu­la­yan,  bu­gün ki hi­ta­be­ti­mi­zin te­me­li­ni atan rah­met­li Ah­met Sekili ho­ca­mı­zı rah­met­le ve min­net­le yâd edi­yo­rum… Ru­hu şad ola… 

Gü­nü­mü­zün mo­dern eği­tim­de geçmişin samimiyetini gö­re­bil­mek di­lek­le­rim­le…