Şiir duygulardan, düşüncelerden, düşlerden, özlemlerden süzülmüş hayat birikimleri olarak, ozanların, sözcüklere değişik anlamlar da yükleyerek,  söz sanatlarından, ritimden, uyumdan yararlanarak ortaya koydukları, duyguları uyandıran yazın türüdür. Şiir diyince aklıma ilk önce Mehmet Akif Ersoy gelir. Fikir hayatımın oluşmasında etkileri olan bir şairimiz olarak Safahat adalı eseri başucu kitaplarımdan biridir. Fikir dünyasında  yakın geçmişe doğru bir gezintiye çıkar Mehmet Akif'in Şiilerini okur, derya gibi okyanuslarda gezerim. İstiklal Marşını okur coşarım, bendimi çiğner zorlukları aşarım. Onun şiirleri kadar hayatı da anlayana bir örnektir.  Osmanlının son döneminde  yetişmiş, imparatorluğun çöküşü, savaşları ve  Türkiye'nin  kuruluşunu yaşamış çok yönlü bir büyüğümüzdür: O şair, veteriner hekim, öğretmen, vaiz, hafız, Kuran mütercimidir, siyasetçidir, vatan-millet sevdalısıdır.
Kurtuluş savaşı yıllarında, Mustafa Kemal Paşa'dan Ankara'ya davet gitmiş, TBMM'nin açılışının ertesi günü olan 24 Nisan 1920'de  Ankara'ya gelşmiştir. Millî Mücadele'ye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. 1921'de Ankara'da Taceddin Dergâhı'na yerleşen Mehmet Akif, Burdur milletvekili olarak meclisteki görevinde bulundu. O dönemde Yunanların Ankara'ya ilerleyişi karşısında meclisi Kayseri'ye taşımak için hazırlık vardı. Bunun bir dağılmaya yol açacağını düşünen Mehmet Âkif; Ankara'da kalınmasını, Sakarya'da yeni bir savunma hattı kurulmasını önermiş  teklifi  kabul edilmiştir. 
Aynı dönemde Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'in ricası üzerine milli marş yarışmasına katılmaya ikna edildi.  500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, gönderilen şiirlerin hiçbiri yeterli bulunmamıştı. En güzel marşı Mehmet Akif'in yazacağı kanısı mecliste hâkimdi. Mehme Akif'in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çektiler. Akif'in orduya ithaf ettiği İstiklâl Marşı, 17 Şubat günü gazetelerde yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra 12 Mart 1921'de  milli marş olarak kabul edildi. Akif, ödül olarak verilen 500 lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, cepheye elbise diken Dar'ül Mesai vakfına bağışladı.
İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Akif, 1922 yılında sağlık gerekçesi ile millet vekilliğinden istifa etti. 1923 yılının Mart ayının son günlerinde yakın arkadaşı Trabzon Milletvekili Ali Şükrü'nün Mustafa Kemal'in Muhafız Alayı kumandanı Topal Osman tarafından öldürüldüğünün anlaşılması üzerine bir süredir kendisini Mısır'a davet eden Mısır Hıdivi Abbas Halim Paşa'nın davetine uyarak kışlarını Mısır'da geçirmeye başladı.
En ünlü eseri Safahat 1924 yılında Türkiye'de basıldı. Birkaç sene yazları İstanbul'da, kışları Mısır'da geçiren Mehmet Âkif, 1926 kışından sonra Mısır'dan dönmedi. Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşti. Burada adeta inzivaya çekilerek Kur'an meali üzerinde çalışmayı sürdürdü ancak ülkede ulusal din projesinin (Türkçe ezan-ibadet) hayata geçirilme projesini öğrenince kendi çalışmasının bu projede kullanılmasından çekinerek[15] 1932'de mukaveleyi feshetti. Diyanet İşleri Başkanlığı hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi'ye verdi. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan Efendi'ye teslim etti ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat etti (Ekmeleddin İhsanoğlu'nun babası).[16]
Mehmet Âkif, Mısır yıllarında Kur'an çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle meşgul olmuştu. Kahire'deki "Câmiat-ül Mısriyye" adlı üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi (1925-1936).
28 Aralık 1936)
Siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan'a, sonra Antakya'ya gitti fakat Mısır'a hasta olarak döndü. 17 Haziran 1936'da tedavi için İstanbul'a döndü. 27 Aralık 1936 tarihinde İstanbul'da, Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nda öldü. Edirnekapı Mezarlığı'na gömüldü. Mezarı iki yıl sonra, üniversiteli gençler tarafından yaptırıldı; 1960'ta yol inşaatı nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği'ne nakledildi. Mehmet Âkif'e 1 Haziran 1936 tarihi itibarı ile 478 lira 20 kuruş emekli maaşı bağlanmıştır. Bu maaş 1936 yılı Ekim ayından itibaren ödenmeye başlanmış, toplu olarak 2976 lira almıştır. Emekli cüzdanının son sayfasında ise "600 lira borç" ibaresi yazılıdır. Bu borç düştükten sonra ise kalan kısım ailesine verilmiş ve Mehmet Âkif bundan iki ay sonra ölmüştür.[17]
Mehmet Âkif, şiir yazmaya Baytar Mektebinde öğrenci olduğu yıllarda başladı. Yayımlanan ilk şiiri Kur'an'a Hitap başlığını taşır. 1908'den itibaren aruz ölçüsü kullanarak manzum hikâyeler yazdı. Hikâyelerinde halkın dert ve sıkıntılarını anlattı. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başladı. İlk büyük destanı, "Çanakkale Şehitlerine" başlıklı şiiridir. İkinci büyük destanı ise Bursa'nın işgali üzerine yazdığı "Bülbül" adlı şiiridir. Üçüncü olarak da "İstiklâl Marşı"nı yazarak İstiklâl Savaşı'nı anlatmıştır.
"Sanat, sanat içindir." görüşüne karşı çıkan Mehmet Âkif, dinî yönü ağırlıkta bir edebiyat tarzı benimsemişti.
Şairin Safahat adı altında toplanan şiirleri, sekiz kitaptan oluşmuştur. Şair, İstiklâl Marşı'nı Safahat'a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: "Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm."
27 Aralık Mehmet Akif'in vefatının 75. yılı…
Kalemiyle, ruhunu yansıttığı şiirleriyle Mehmet Akif'i bir kez daha vefat yıldönümünde hatırlamak bizim için görevden çok, bir sorumluluktur.
Önceki gün İstiklal Marşı'nı yazdığı ve bir süre konakladığı Taceddin dergahında kaldığı mekanı gezerken, onu hayatı boyunca bir ilke ve ahlak sahibi yapan irade ve anlayışın bugün nasıl olurda mumla aranır hale geldiğini görmek üzüyor insanı.
Bugün okunan her istiklal marşında nasıl ruhu şad oluyorsa Akif'in, aslında Türkiye'deki inançlı insanların onun bu iradesine ne çok şey borçlu oldukları gün geçtikçe daha da önem arz ediyor.
Akif, bir dil ve üslup ortaya koyarak bir damar çıkarttı.
O damar, yıllarca Akif'in şiirleriyle, şiirlerine yansıyan anlayışla beslendi.
Ancak şunu kimse sormadı.
Akif'e TBMM tarafından bir görev verilmişti. Bu görev Kur'anın mealinin yazılması göreviydi. Akif, Mısır'a geçti ve 1926'dan 1932'ye kadar orada kaldı. Vefatona kadar da ara ara gidip geldi, çünkü dersler veriyordu. Ancak Mısır'da Akif'in en çok vaktini alan Kur'an mealiydi. Zira bu konuda aralıksız 4 yıl çalıştığını biliyoruz.
Neden Mısır'a gittiği konusunda farklı sözler var, ancak TBMM'nin verdiği görev sonrası Meal çalışmasını yürütmek üzere Mısır'a gittiğini söyleyenler olduğu gibi, Türkiye'deki inkılapların seyrinden rahatsız olup Mısır'a gittiğini söyleyenler de var.
Her ikisi de doğru aslında…
Akif'in Kur'an ile hemhal olması, Kur'an'ın Türkçe meâli çalışmalarıyla daha da yoğunlaştı.
Zira, Cumhuriyetin ilanından sonra TBMM, Kur'an'ın tefsir ve meâli, Sahih-i Buhari'nin tercüme ve şerhinin hazırlanmasını kararlaştırmıştı. Çünkü yeni bir döneme giriliyordu ve halkın üzerinde bu kadar büyük tesiri olan kaynakların halkın konuştuğu diliyle yazılması planlanmıştı. Bu iş için üç kişi görevlendirildi. Tefsirde Elmalılı Hamdi Yazır, hadiste Ahmet Naim, meâlde ise Mehmet Akif idi.
Çünkü Akif in 1908'de, 1913'de, 1920 ve 1921'de verdiği bütün vaazların metinleri yayımlanmıştır ki toplam 9 metindir; bunların içinde de Âkif in Kur'an tercümelerinden numuneler vardı.
Mehmet Akif gurbette  iken:
Bana çok görme, İlahi bir avuç toprağını!... diye Allah'a yalvarıyordu. Anne kokusu gibi vatan toprağı burnunda tütüyordu. Mehmet Akif vatanına döndüğü zaman dünya emeli olarak, yalnız bir avuç toprağını düşündüren bir feragat mertebesine ulaşmıştı.O içinden: "Şüheda fışkıracak" bu toprakların sevgisini her sevgiden yüksek tutmuştu.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda!
Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.
Diyerek ülkesinde vefat  etti.
 Mehmet Akif 27 Aralık 1936'da gözlerini son defa ilelebet kapayınca beka alemine kavuştu. Hayatı mütevazi bir sessizlik içinde geçen Mehmet Akif  i millet olarak  kalbimizde  yaşıyor.