Gitmek lazım zamanı gelince. Gitmesini bilmek...
Adamın birisi söylemiş bu lafı. Ne güzel de demiş. Daralıp, bunalmak en doğal hakkı insanın. Olabilir. Lâkin buna alışmak, devam ettirmek ve hatta bu durumdan tuhaf bir zevk almak sakıncalı. Sabitleşmiş replik ve mizansenleriyle ezberlenmiş ve teslim olunmuş bir hayat, en tehlikelisi. Birazdan ne olacağını bilmek, üç gün sonra olacaktan haberdar olmak, bir hafta sonrasını kestirmek, aklın esir düştüğü tuzaklardır. Yaşamak, iyisiyle kötüsüyle tüm sarsıntılara mukavemet edecek gücün kuvvetin, kendimizde var olduğunu bilmek... İşte en güzeli bu olsa gerek. Aslında sürprizler hayatın en güzel anlarıdır. Hatta ta kendisidir. Çalan kapıyı açtığımızda, size "hadi" diyen birisiyle kaf dağının ardına gidebilmek. Düşünmeden, hazırlıksız. Bir kış günü aklınıza estiğinde apansız, vurabilmek dağlara botsuz, kabansız. Kebap çektiğinde canınız, olmasa bile bir liranız, borç bulup yiyebilmek hesapsız... 
Ufak oğlumun arkadaşlarından birisine sataşmak için bir şey sorayım dedim öylesine:
- Deden var mı?
- Var
- Ne yapıyo?
- Oturuyo bir de hacca gidiyo!
 Ne güzel! Birisini sorduğunuzda, onunla ilgili net bir cevap alabilmek. Bu sanırım sadece çocuklara mahsus bir özellik. Hiç tanışıp görüşmediğim o Dede'yi anlatan sade bir anlatım. Yarın ile ilgili hiçbir derdi tasası kalmamış, sonbaharın kasvetli günlerine alışık, kıştan da korkmayan. Abdest aldıktan sonra yerine bıraktığı ibriği, bir sonraki vakitte yine aynı yerde bulabilen. Kırılması için önüne koyulan cevizi "daha yeni bir sürü kırmıştım" demeden, bir devlet memuru ciddiyeti ve sıradanlığıyla alıp işe koyulan. Ağızdan çıkan sözlerdeki tonlamanın, yerlerinden oynayıp tek bir hizaya dizildiği, güçlü, zayıf, iyi, kötü tespitlerinin birbirine karıştığı cümleler kuran. Duvar saatinin boş odada çıkardığı ve bir süre sonra duyulmayan sesi gibi dinlenilen. Bir torunun "Dede" deyişiyle, halâ yaşamakta olduğu anlaşılan. Evdeki eşyalarla giriştiği ayakta kalma yarışında, rakiplerine saygılı fakat geri de düşmeyen... 
Ne olduysa, sararıp yere düşen o ilk yaprağın yüzünden oldu. Onun yüzünden! Tutunduğu daldaki saltanatı bitip yere nazlı nazlı düşerken, kulağıma kışı fısıldayan. Oysa ne iyi, ne güzel, ne mutluyduk! Üç günlük dünyaya dördüncü mevsim fazladan! Söyleyin, şu kışı çıkarsınlar aradan... Zira bütün pembe planlarımızı bozuyor. Keyfimizi, neşemizi kaçırıyor. Ama o kış gelecek. Acıtacak canımızı. Kaçarı yok! Yaşayacağız...  
Vivaldi bile "Mevsimler" eserini yazarken tüm marifetini ilkbahar bölümünde sergilemiş. Tüm yaylılar, özellikle keman doğadaki coşkuyu, kuşların cıvıltısını verebilmek için tüm virtüözlük kabiliyetini sergilemiş. Hele Rimsky Korsakof'un Arılar eseri muhteşem. Bu eseri dinlerken kendinizi bir arı sürüsünün içerisinde sanıyor ve hatta ısırıldığınızı sanıp oranızı buranızı kontrol ediyorsunuz. Kısaca bestecilerin en zorlandığı ve sanatlarını konuşturdukları tasvirler hep hareket üzerine. Canlılık, dinamizm... Bunları tasvir etmek, hissettirmek en zor olanı. Ama bir yandan anlatılmaya, yazılmaya, çalınmaya, çizilmeye değer olan. Umut ışığı... İnsanlara hayatta ilham verecek, cesur kılacak, girişken ve cevval olmalarına imkân sunacak.
Bir ablam var. Onu tanıdıkça ablalığın doğuştan gelen bir özellik olduğunu anladım. Ablalık gardropda öylece duran ve birçoklarının elinin uzanmadığı bir giysidir. Bazen giymeye çalışır herkes. Oturmaz bir türlü. Bedeni tutsa da ruhu tutmaz, sırıtır. En büyük özelliği de yaşla bir ilgisinin olmamasıdır.  Oysa hikmet, ablalığın yaşında değil işlevindedir. 
İsmi lazım değil. Söylersem kızar. Acıtmaz sözleri, kızarsa da güzel kızar. Dedimya ablam... Ben ona "herkesten önce, her şeyi herkes için düşünen" diyorum. Etrafında olup bitenlere duyarlı yapısıyla, iş buyurulmadan, görev tevdi edilmeden en ön saftaki yerinde hazırdır. Bu vasıflarına, kendisini tanıyan herkesi alıştırdığı bir dünya'da yaşıyor. Hayatta karşılaşılabilecek tüm gelişmelerde, refleks tepkileriyle ve işçi önlüğünü giymiş vaziyette hazırdır. Bir cenaze olsa tencereler elinde ilk kapıyı çalan, bir düğün olsa halayın en başında duran, kimsede ses seda yokken elinde aşure ile gelip muharremi hatırlatan da O'dur. Bu durum bir zaman sonra ilk hareketin sürekli ondan gelmesini beklemeye itiyor bizleri. Ben yaparsam olmaz diyorum. Ayıp olur diyorum. Şimdi O gelir, arar, yapar diyorum. Ve öyle de oluyor.
İşte hareketin tam da öbeğine kendisini oturtmuş bu ablam, ilerlemiş yaşına rağmen gençlerin eline su dökemeyeceği duruşuyla bulunduğu yerde gururlu ve bir o kadar mağrur, vazifesine devam ediyor. Yine kulağı gözü etrafta, yanındaki berisindekilerde...Hareketin bereketini toplamak. Dinç kalmak. Kendisini meşgul ederken bir yandan birilerinin de elinden tutabilmek.En güzel devinim de bu olsa gerek. Bazen boşa kürek çektiği yüzüne vurulsa da, yine o kürekleri sıkıca tutup bırakmamak. Küreği tutan kollarına saygı duymak. Allahın o küreği çekecek gücü kuvveti verdiğine şükredip, bir sonraki limana varmanın hayaliyle yaşamak. 
Bir an yukarıda bahsettiğim dede'nin yanına ablamı koydum. Ve sonra şöyle dedim: "Yaşamak var, bir de yaşamak var hayatta..." Her mevsimi ilkbahar tadında yaşayanın ömrü bitmez. Ölmez O! Kış gelmez Ona. Gelse de yakışmaz, sırıtır.