Mustafa…
Arkadaşım. Kötü arkadaşım!
Bizim buralarda okumaya meyilli değilseniz, kötüsünüzdür! Adam olmaz der, kesip atarlar. Etrafınızda size uzanan en son eğreti eli de kaçırıp, bir uçurumdan yuvarlanmanız an meselesidir. Eldeki tüm verileri inceleyen yetişkin ekip, daha mezun olmadan biletinizi kesmiş, sizi kaderinizin yönlendirdiğine inandırdığı o makûs dehlize doğru itmektedir artık… Yalandan söylenen iyi çocuk, çalışkan çocuk ninnileri de bir yandan düşmektedir kulaklardan. Kral'ın çıplaklığının görünmesine de ramak kalmıştır. Bir yandan, bir türlü bitmek bilmek istemeyen o çocukluk… Ah o çocukluk! Boş ver aman der gibi, sürekli elimizden tutup bırakmayan… En iyi arkadaşım, çocukluk…
Burnumuz sürtülsün ya da Anya'yı Konya'yı anlayalım diye gönderildiğimiz tuğla ocağının en dayanıklısıydı Mustafa… Öyle olmak zorundaydı. Bunu o da biliyordu. Bu sürecin sonunda benimle birlikte çoğunun burnu sürtülmüş, Anya ve Konya'nın neresi olduğu anlaşılmıştı. Artık dönebilirdik… O hariç.
Okumayacaktı. Babası eğitimciydi. Kimin okuyacağını kimin okumayacağını adamın gözünden anlardı. Erkek kardeşi erken yaşta askerî okulu kazanıp, küçük kız kardeşi de zamanı gelen tüm kızlar gibi evlenip gitmişti. Büyük abi duruşuyla en güçlü ve en sağlamı olması gerektiğini de biliyordu. Tam da bu sırada baba, büyük oğul için, bir memurun yapabileceği en ciddi fedakârlığını yaptı. Emekli maaşı ile bir fırın işletmesinin devrini aldı.
Mustafa artık bir fırıncıydı. Çoğu sabah uyandığında kendisinin bile inanamadığı bu sürecin gelişimine hayret ediyor, bir yandan da "iş sahibi" sıfatı onu heyecanlandırıyordu. Hayat bir yerden başlamalıydı. Evet! Burası orasıydı. Babası daha ne yapsındı! Adamcağız tüm emekli maaşını büyük oğlu için harcamıştı. 
Ben o sıralarda üniversitede okuyor, ara sıra geldiğimde yanına uğruyordum. Alışmış görünüyordu. İyi bir ustabaşı bulmuştu. Daha çok o çekip çeviriyordu. Mustafa daha çok büfelere ekmek dağıtımı, hesap kitap işleri ile uğraşıyordu. Geldiğimi görünce çocukluktan birisini görmüş gibi sevinip, çırağına melemen yaptırıyordu. Anılarımızı hatırlayıp gülüyorduk. Pazarda patates satışımızdan, tuğla ocağındaki çavuş' tan çektiklerimizden, orman işçiliğimizden… İyi ki o zor işlerin peşine düşmüşüz.  Bize oyun gibi gelen o işler çok mühimmiş meğer. Şu an Mustafa bulunduğu yerde sağlam duruyorsa, onların sayesinde diye düşünüyordum. Kaçamak kullandığı sigara gömleğinin cebindeydi artık. Dışarıdan bakınca tam bir esnaf olmuştu. Yemekten sonra ister istemez eli sigarasına gidiyor, bana da tutuyor, içmediğimi hatırlayıp geri çekiyordu. 
Bir dahaki gelişimde beni heyecanla karşıladı. Çay söyledi. Sigarasını hiç olmadığı kadar keyifle yaktı. İşi büyüteceğinden, bir şirket kurulacağından bahsetti. Bin adet çıkardığı günlük ekmeği, iki bine çıkaracağını, daha çok kazanacağını anlattı. Konuşurken gözleri ışıldıyordu. Büyük abi kimliğinin hakkını geç de olsa taşıyacağı için mutluydu. Babasının gözünü kırpmadan verdiği emekli maaşını da geri iade etme fırsatı olacaktı. O günlerde evlendi. Çocukları rahat büyüyecek, okuyup adam olacaktı. 
Şirket kuruldu. Daha çok çalışıyor ama koymuyordu. Artık iki çocuklu bir esnaftı. Gecesi gündüzüne karışmış durumdaydı. Sigarayı çoğaltmıştı. Öyle ki dikkatle bakarsanız sigaranın, kaş, saç, bıyık ve burun ile giriştiği amansız mücadeleyi, yüzünde görmeniz mümkündü. 
Sonra ben öğretmen oldum. İlk görev yerimdeydim. Ankara'da çalışıyordum. Baba evi de taşınmış, Mustafa ile uzaklaşmıştık. Bir süre uğrayamadım yanına. 
    Birkaç sene sonra gittiğimde eski keyfinin olmadığını gördüm. Bir meselesi olduğu belliydi. Şirket Mustafa'yı başkan yapmış sonrasında da iflas etmişti. Tüm borç Mustafa'nın sırtına kalmıştı. Kendisini başkan yapıp, tüm borcu sırtına yükleyenlere hiç söylenmedi. Canları sağ olsun, öderiz dedi. Üç günlük bir esnaf için çok büyük düşüncelerdi bunlar. Gücü kuvveti her şeye yeterdi. Üçüncü çocuk da yoldaydı. Gerisi vız gelirdi…
    Artık sigara sadece yüzünün değil, tüm vücudunun bir gereksinimiydi. Gidip bakkaldan sigara aldım. Paketi açtım, tuttum. Şaşırdı. Yak dedim. Güldü… Sen de mi başladın dedi. Evet dedim. Sen içme, sana yakışmıyor dedi. Benim neyim eksik dedim. Güldük…
Son gittiğimde borcun bittiğinden, eski düzenine kavuşacağından bahsetti. Bu arada üçüncü çocuğu olmuş, ona da adımı koymuştu. Nedenini sordum. Senin gibi okusun istedim dedi. 
Kırk yaşına girdiği gün öldü Mustafa. Uykusunda…  
Ertesi gün, borcu bitmiş bir dünyaya uyanacağını düşünerek yattığı yatakta… 
Cenazesine, birkaç fırıncı görür, yakasına yapışırım diye gittim. Kalesini kaybetmiş baba ayakta zor duruyor, torunlar boy boy yanında bekliyordu. O sıra aklıma, satamayıp eve götürdüğümüz yüz kilo patates geldi. Güldüm…
Cenazede gülünmez! Niyetim saygısızlık değil… Belki sesimi duyar, kalkar yanıma gelir, beraber ekmek dağıtmaya giderdik…
Helâlleştik sonra… İmam, fırıncılara ayrı bir helâlleşme yapar diye bekledim. Yapmadı!
Geçtiğimiz bayram sabahı, mezarlıkta gördüm çocukları. Hepsi büyümüşler. En küçüğü, adaşım mühendislik okuyormuş. Sevindim…