İçten içe sevinmiş Ahmet iyileşti diye. 
Ama ne fayda Ahmet yanlış iğne ve bakımsızlıktan daha gün yüzü görmeden göçüp gitmiş bu dünyadan. 
Sabah aynı gün içinde evlerine yakın aile mezarlığı denen yere defnetmişler küçük Ahmet'i. Ali oğlunun ölümüne alışamamış bir süre. Deli divane gibi aylak aylak dolaşmış bir süre. Fikriye ise her gün ağlarmış bazan açıktan bazan gizli gizli. Köz pınarları hiç kurumamış uzunca bir süre. Zamanının çoğunu küçük kızı Sultan'ı bağrına basar ve mezarlıkta geçirirmiş. 
Sultan büyümeye başlamış fakat Sultan büyürken Fikriye'nin de karnı yeniden büyümüş. Üçüncü çocuğuna hamile kalmış Fikriye. Yine sevinç ve hüzünle karışmış duygular. Köyde sadece Fikriye değil, bütün kadınlar sanki bir doğum makinası gibi çalışıyormuş. Doğum kontrol nedir kimse bilmezmiş. 
Arada bir kadınlar arasında bu tür konuşmalar geçtiğinde, çok büyük bir günah işlemiş gibi herkes susarmış. Doğurmak bir kader, ölü çocukları toprağa vermek bir alın yazı olarak içselleştirilmiş bütün kadınlarca köyde. 
Kadınlar bir kader gibi içinde büyüyen canı mutlaka doğurmak zorunda imiş. Yine telaş, yine ebe, yine akrabalar, yine kaygılı bekleyişler ve yine doğum. 
Bu kez de kız olmuş. Ali eğer oğlan olursa ölen oğlu Ahmet'in adını koyacakmış. Üzülmüş ama ne çare Allah'ına şükretmiş sarmış küçük çocuğu kollarına...
Adını Nebahat koymuşlar. Sultan büyürken, Nebahat yoksul aileye mutluluktan çok keder getirmiş. Yoksulluk ve yokluklar bükmüş ailenin belini iyice. Bu arada Sultan hastalanmış. Aynı Ahmet gibi. Ateşler içinde yanmakta imiş. Bir türlü düşürememişler ateşini. Denemedikleri yol yöntem kalmamış. Çocuk havale geçiriyormuş. Ateşlendikçe Sultan titremeye başlamış. Titredikçe de üzerini örtmüşler. Sarıp sarmalamışlar. Boncuk boncuk terlemiş Sultan. Hareketleri yavaşlamış, titremesi geçmiş, rahatladı sanmışlar Sultan'ı. Hareket sezemeyince de, ayaklarını yoklamış hemen Fikriye. Ayaklarının soğukluğunu hissedince içine bir korku düşmüş. Başlamış avaz avaz ağlamaya. 
Ölüm ayaktan başlarmış. 
Önce ayaklar soğur, bütün vücuda ölüm soğukluğu daha sonra yayılırmış. 
Anlamışlar bir süre sonra morarmaya başlayan Sultan'ın öldüğünü. Ağıtlar, feryatlar gökyüzüne ulaşmış. Ertesi gün Ahmet'in küçük mezarının yanına bir küçük mezar daha kazmışlar. Oraya da Sultan'ı yatırmışlar kardeş kardeş yatsınlar diye. Ağıtlar yakmış Fikriye körpecik ana kuzusu çocukları için. Köyde herkes deli divane olmuş Fikriye'ye. Acısına ortak olup rahatlatmışlar. 
Nebahat ile bir başına kalmış Fikriye. Yaşamlarında hiçbir değişiklik olmamış. Yine yokluk, yoksulluk. Yine kocası klarnet ile düğünlerde insanlara çalgı çalıp eğlendiriyor.
Bazan de Kırıkkale yollarına düşüyor ve haftalarca, aylarca evine gelmediği oluyormuş. 
Fikriye çocuklarının acısını bir köz gibi yüreğinde taşıyor, fırsatını bulduğu her gün eline su alarak mezara gidiyor, yan yana yatan Ahmet ve Sultan'ın mezarlarını suluyor. Otlarını ayıklıyor. Topraklarla mezarları düzelterek, adeta onlarla konuşuyor, yanında Nebahat ile evine geri dönüyormuş.
Yine hamile kalmış. Bu kez hamileliğini bir süre anlamamış. Aldığı kiloları normal bir kilo olarak algılamış. Arada bir mide bulantısı, baş dönmesi oluyormuş. Fakat bütün bunları peşi peşine yaşadığı acılara yoruyor, asla hamile olabileceğini düşünmüyormuş. Karnı burnuna gelmiş ve istemediği bir doğum ile tekrar yüz yüze kalmış. 
Her ölümden sonra bir doğum artık katlanılmaz hale gelmiş. Ali ise artık doğum ve ölümler peşi sıra geldiği için ilk heyecana benzer bir heyecan yaşamıyor, bir boş vermişlik havasında karşılıyormuş doğumları. Fikriye yine çığlık çığlığa bir erkek çocuk dünyaya getirmiş. Ali oğlu olduğu için çok sevinmiş. Öncekiler öldüğü için ölüm onları çağırır korkusuyla bu kez aynı isimleri koymamış, yeni oğlunun adını Arif koymuş. 
Arif elde avuçta durmaz çok hareketli bir çocuk olmuş. Babası ile birlikte tarlaya gidiyor. Elinde sopası ile ekinleri bekliyormuş. Hem çok hareketli ve yaramaz, hem de çok akıllı bir çocukmuş. 
Fikriye Arif'in hareketine ve yaramazlıklarına ayak uyduramaz bazen Arif'i dövdüğü de olurmuş. Ali Arif'e hiç bağırmaz. Ahmet ve Sultan'a veremediği sevgisini sanki Arif'e vererek kendini rahatlatmaya çalışırmış.
Nebahat altı arif ise dört yaşlarındaymış. Ailenin peşini bırakmayan yoksulluk bir türlü aman vermiyormuş. Çocuklar hastalandığında doktora gidilmez, gitmek istesen de şehre götüren olmaz, genellikle köyün koca karılarının ilaçları ve tavsiyeleri ile idare edilirmiş. 
Kocakarı ilaçları bazen işe yarar bazen da Ahmet'te olduğu gibi ölüm vakaları kaçınılmaz hale gelirmiş.
Bu kez Nebahat hastalanmış, kusma, ateş, halsizlik hepsi bir arada. Haftalardır süren bir rahatsızlığı varmış ama kocakarıların verdiği ilaçlar işe yarar gibi olmuş. Birkaç gün yatıp yeniden ayaklanmış Nebahat. Günler haftalar geçmiş bir düzelir gibi olmuş, bir iyileşir gibi. Sonra yatağa düşmüş ateşler içinde. Fikriye Ali'ye Nebahat'ın durumu çok kötü bir şeyler yap diye haykırmış. Ali geçer demiş, çocuk bu ateşlenir sabaha bir şeyi kalmaz. 
Ertesi gün gideceği düğün için arkadaşları ile çalacakları şarkıların ve oyun havaların provasını yapıyorlarmış Ali'nin bu vurdumduymazlığı Fikriye'yi deli ediyormuş, fakat yapacak bir şeyi de yokmuş. Ali klarnetini dertli dertli çalmış, Nebahat ateşler içinde inlemiş. 
Bir zaman sonra Nebahat ateşler içinde sayıklamaya başlamış ve sessizce uykuya dalmış. Fazla zaman geçmeden Nebahat'ın da ölü bedeni çıkmış evden. Üçüncü bir küçük mezar daha açılmış aile mezarlığında. Üç kardeş yer olmadığı için yan yana dizilmemiş bu kez. 
Nebahat mezarın alt kısmına defin edilmiş. Üç kardeş şimdi üçgen şeklinde otuz metre karelik bir alanda yatırılmış. Fikriye doğurduğu her çocuğu daha büyütmeye fırsat bulamadan toprağa vermenin acısını hep içinde taşımış. 
Her ölüm dağlanan ciğerini bir kez daha yeniden dağlamış. Mezarlık artık mekânı olmuş. Her gün mezarlığa gider ağıtlar içinde geri dönermiş. Ağlamaktan göz evlerinde yaş, boğazında yutkunacak hal, dizlerinde derman kalmamış. 
Ali'de üzülüyor, fakat Fikriye kadar değil. Ölümler artık hayatlarının ayrılmaz bir parçası haline dönüşmüş. Bilinçsizce ve çaresizce bu ölümleri kabullenmişler. Fazla yapacak bir şeyleri de yokmuş. Yine rutin yaşam mücadelesi içinde unutmasalar da ölümleri, ölümler ilk günlerdeki gibi fazla canlarını acıtmıyormuş. 
Tek korkuları Arif'in de benzer bir kaderi paylaşma korkusu sarmıştı her yanlarını.
Ali yazın ekip biçiyor, düğünlerde klarnet çalıyor. Kışları ise köyden tecrübeli orta
yaşlı kişiler ve emsalleri ile birlikte Kırıkkale yollarına düşüyor. Aylarca çalışıp öyle köye dönebiliyormuş. Fikriye Ali'nin aylarca gelmemesi karşısında çok korkarmış. Arif'e sarılıp kış günlerini birbirlerini ısıtarak atlatmaya çalışırlarmış. Mezarlık tarafından köpek uğultuları rüzgârla karışık gelirmiş. Rüzgâr sesi ıslık çalar gibi hissedilir, evin sağından solunda açık olan yerlerden rüzgâr içeri girermiş. Yağmurlu günlerde çatı akar, bazı yerlere naylon gererek engellenmeye çalışır, bazan ise akan yerlere helkeler ve kaplar koyarmış. Yiyecek Hiçbir şeyleri kalmadığında utana sıkıla Ali'nin akrabalarına sığınır, onlarda Fikriye'yi asla eli boş göndermezmiş. Çoğu kez olmadığını hisseder ve kendileri istemeden gönderirlermiş. Akşamları evlerinde kısıtlı olanaklar ile pişirdikleri yiyeceklerinin bir kısmını Fikriye'ye gönderirlermiş.
Yokluğa alışmış ama ölen çocuklarını ne zaman düşünecek olsa içinde küllenen köz, yeniden, yeniden harlanır içini kavururmuş. 
Oğulları Arif de aynı kaderi paylaşmış, diğer kardeşleri gibi. Hastalanmış günlerce halsiz bir halde perişan perişan dolaşmış. O hareketli elde avuçta durmaz Arif, kendiliğinden bir köşeye kıvrılır uyur kalırmış. Fikriye yemeğini zor yedirir, iştahsızlığı canını sıkarmış. Bir gece çok ateşlenmiş, sayıklamış. Fikriye çaresizce Ali'yi, babasının gelmesini beklemiş, babası gelince de hemen yine bir koşu kocakarı ebeyi getirmiş. Ebe yine bildik tedavi yöntemlerini denemiş. Bir süre beklemiş ve ateşi düşüremeyince iğne vurmak gerek demiş. Çaresiz kabul etmişler ve kocakarı Arif'e bağırta bağırta iğneyi vurmuş. İğne ateşi düşürmek yerine Arif'i daha da huysuzlandırmış ve ateşini artırmış. Bir süre daha bekleyip ateşi düşmeyince, kocakarı bir iğne daha vuralım demiş. Karşı çıkamamışlar, kocakarıyı doktor bellediklerinden çaresiz söylediklerine boyun eğmişler. Arif'in ateşi yükseliyor. Boncuk boncuk ter bütün vücudunu sarıyormuş. Kocakarı saatler sonra ikinci iğneyi de vurunca Arif bir süre bağırmış, ağlamış sonra kendinden geçip uykuya varmış. 
Uyudu sanılan Arif bir daha uyanmamış. Sabah mosmor bir vücut ile kardeşlerine benzer kader birliği yapmış. Ağıtlar gökyüzüne ulaşmış, Arif küçücük körpe bedeni ile beyaz kefene sarılmış ve aile mezarlığındaki küçücük mezara kardeşlerinin yanına yatırılmış. 
Artık ne Fikriye'de, ne de Ali'de dayanacak güç kalmamış. El kadar dört çocuğun toprağa verilmesi ile vücudu pelteye, göz evleri ise ağlamaktan kurumuş artık karı kocanın. Çekilen acılara, kahırlara ve yoksul yaşama rağmen, yaşam isteksizce devam etmiş. Günler, aylar geçmiş… 
Bedeninden, canından var ettiği çocuklarını vahşi yaşam koşullarına feda eden Fikriye, artık zorunlu bir acıya dönüşen hamileliği hiç istemezmiş. Hamile kalmamak ve çocuk doğurmamak için sabahlara kadar Allah'a yalvarırmış. 
Ve/fakat bir kez daha hiç farkına varamadan, bulantı ve kusmalar, vücudunda istemsiz değişiklere tanıklık etmiş. Karnı hafifçe büyümeye, yine istemeden bir kez daha hamile kalmış. Sevinememişler bile, her doğan çocuklarına daha doyamadan toprağa verdikleri için. 
Yine doğum sancıları, yine hüzün ve sevinç bir arada bu kez bir kızları daha olmuş. Adını ölen kızı Sultan koymuşlar.
Sultan mı? 
Sultan ablam çok iyi yaşıyor. O en büyüğümüz. 
Allah ona sağlıklı ve uzun ömürler versin...  SON.