Bugünkü meali ve unsurlarıyla Batının kendi içinde yaşadığı şiddetli din ve siyasal harpler akabinde muhtevasını ortaya koymaya başlayan, keskin çizgileriyle Fransız İhtilalinden sonra modern tanımlamasına kavuşan devlet; kilise-devlet-sermaye  çarpışmasının daha doğrusu çatışmasının en somut anaforudur.

Thomas Hobbes, J. J. Roessaue, Carl Schimith’ in teorisini çizdiği modern devlet; kilise-devlet-sermaye çatışmasının ürününün en girift şeklini ihtiva etme yönüyle, en başta laik bir hüviyet arz etmiş, öyle zuhur etmiş ve yeni dünya düzenindeki misyonuna başlamıştır.

J.J. Roessaue’nun devlet tanımlamasını ifa ederken çok önemli bir tezi vardır: ‘Devletin kaynağının ne olduğuna değil, ne olması gerektiğine bakmak sadece yeni bir devlet telakkisi doğurmaz aynı zamanda yeni bir toplum modeli ortaya çıkarır.’ Gerçekten de devrin şartları dikkate alındığında, yenidünya düzeninin yeni kavramlarının yeni tanımlamalarının yerleştirildiği zamanda, önemli bir teoridir. İşte günümüz modern toplum ve devleti  de   J.J. Roessaue’nun bu serencamı ışığında doğmuştur.

Modern devletin muhtevasını  ve yol haritasını çizmekle kendini mükellef sayan Batı aristokrasisi; başta siyasal organizasyonun normatif sonucu olan devlet olmak üzere; devlet ile çatışma yaşayan iki kurumu terbiye yani dizayn etmiştir. Birisi din, diğeri para. Sermayeyi  değişik kolektif kurumlarla şekillendirip;  üçüncü dünya toplumlarını nasıl sömürdükleri herkesçe aşikâr bir mücerret noktadadır. Peki din faktöründe neler yapıldı?

Batı enteljiyansının  din konusunda, yenidünya düzenini şekillendirirken en önemli kartı kuşkusuz laikliktir. Laikliği devlet işlerinde bir mevzuat vasıtası görmek yerine veyahut vicdan hürriyetinin resmi el ile yasallaşmasını ifa eden bir normlar dizisi olarak görmek yerine; eğer sen laikliği seküler bir din ve yaşayış haline getirmeye çaba sarf edersen; bu yaptıkların, özellikle kaynağı kendi tarihsel,  kültürel  birikiminden ihtiva eden doğu ve özellikle İslam toplulukları için tehlike arz eder.

Açık dile getirmekte fayda var: ‘Laikliği; resmi organizasyonun görev biçtiği şekli ile değil de, seküler bir hüviyet kazandırma, yeni bir din inşa etme amacı; tarihsel hazinesi ve argümanlarında İslam’ın belirleyici ve hacimli yer kapladığı Türk Milleti’nde tutmaz. Bu eksende demokratik laiklik ve itikatlaşmış, din haline gelmiş laiklik kavramlarını ayırmak gerekir. Nasıl ki, toplumlara din dayatılmayacağı gibi, itikatlaşmış bir laiklik de dayatılamaz.

Bizim gibi Batılılığı, Avrupalılığı gerek toplumsal gerekse resmi kimlik yapma gayretinde olan ülkelerde; siyasinin, askerin, bürokratın, özellikle de statükocu kemsin başı sıkıştıkça sık sık sarıldığı kavramdır laiklik. Sahte laiklik bu eksende karşısında sahte dindarlığı da doğuruyor. Salavat getirmeyi, mevlitlerde boy göstermeyi, açılışlarda bismillah demeyi, taktığı başörtüsünü kırk biçim vererek kullanmayı  İslami mücadele sanan bir kesimi doğurdu. Muhafazakârlığın içi boşalarak yükseldiği şu zaman ve mekânda; aslında ne dindarlığın ne de koyu laik militanlığının kıymet ve değer ölçüsü kaldı.

Türkiye’de sahte oryantalistlerin, sözde muhafazakâr demokratların, yüzyılın iyilik hareketlerinin(!), ürettiği bilgilere dayanan öğrenilmiş veya öğretilmiş İslam’ın adı muhafazakârlık oldu. Oryantalistlerin temel misyonunun batının doğuyu dönüştürme ve kendi gücüne, sömürüsüne, çarkına ram etmesi olduğunu artık herkes bilmekte. Kıymet ölçüsü hatta hikmet ölçüsünün de başörtüsünde, sakalda, takkede veya şunda bunda olmadığını söylersek hiç de yanlış olmaz. Ama bu dile getirdiklerim; on-on beş sene önce söylenseydi, o söyleyen kişinin din düşmanlığı ile yaftalanacağı kaçınılmaz sonuç olacaktı.

Öğretilmiş/öğrenilmiş İslam’ın diğer bir argümanı da diyalogdur aslında. Bu diyalog mevzusu uzun bir konu. Ancak çok kısa ve açık birkaç kelime nakletmek isterim: Diyalog kavramını ortaya atanlar; nedense eylem ve verim alanı olarak sadece bir tarafı kullanmaktadırlar. Oysa diyalog karşılıklı etkileşim ve uzlaşıdan doğacak bir husustur. Mevzuya bahis üç din, bilmem kaç medeniyet olacak, ama diyalog politikaları sadece bir tarafın sahasında, beyninde, yüreğinde eylem alanı bulacak. İkincisi, diyalog ve uzlaşıda esas olan; topyekûn aynı renkleri barındıran yani heterojen toplumun kendi arasında homojenize edilmesi ihtimal dairesinde olan hususa karşı, topyekûn kendi kesimin nezdinde paye aranmasıdır. Yani İslam topluluklarının arasında nifak, ayrılık var ise yapılacak diyalog İslam toplulukları arasındaki uzlaşıya tahvil olması gerekir. Aynı ülkendeki kardeşinle senin aranda diyalog eksikliği var ise, sen önce diyaloğunu kendi farklılıklarını kapatma yönünde veya zenginliğe dönüştürme gayreti içeresinde olacaksın.

Baki muhabbet ile.