Bir güzel hat levhasının resmi geldi, yazı şunu diyordu:
“Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olurmuş”.
Ben de ‘fâilâtun’ vezninde şu mısraları yazdım:
Derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur
Kul eğer dünyayı uhrâya satarsa can bulur
Dâr-ı dünya kimseye olmuş mudur daim vatan
Ölmeden evvel ölürsen sanma sende dert kalır
Ölmeden evvel ölenler sanma âtıl oldular
En büyük kulluk cihadı terkedip dûr kaldılar
Her nefes Allah için Hayy ismini yâd eyleyip
Dine hizmet ettiler bunda saadet buldular
Gel güzel insan seninle ahdü peymân edelim
Gece gündüz cehdedip te’yîd-i iman edelim
Kendimizden başlayıp ıslâh-ı nefse ber-devam
Yâ ilâhî başım üste emrü ferman diyelim
Yunus da bu mazmunu ne güzel dile getirmiş:
Kişi Hakk’ı bilmek gerek
Hak haberin almak gerek
Zinde iken ölmek gerek
Varıp anda ölmez ola.
Ölmeden önce ölmeyi varoluş mertebeleri farklı olanlar kendi mertebelerinden anlatmaya çalışmışlardır:
“Dünyada inanılan şeyler öldükten sonra görülecek. İnsan ölüp hakikatleri görünce nasıl olacak ise, neleri yapmış olmayı isteyecek ise şimdiden onları yapması ölmeden evvel ölmek demektir.”
Hz. Mevlânâ’ya göre:
Ölüm “İradi ölüm” ve “tabii ölüm” diye ikiye ayrılır. İradi ölüm; tasavvufi terbiye, ruhun arındırılması ve nefsin egemenliğinden kurtarılması demektir
Mesnevî’deki “Tûtî ve Tâcir” hikâyesi de bir başka açıklamadır:
Hindistan’a sefer edecek olan bir tâcir, ailesinden herkese oradan gelirken getirmesini istedikleri hediyeyi sorar. Hepsinden isteklerini öğrenir. Tacirin çok sevdiği, güzel bir tûtîsi vardır. Kafese kapatılmış. Sıra çok sevdiği tûtîsine gelince, kuş, kafesinden seslenir: “Benim için bir şey getirme. Benden bir şey götür. Sadece orada, ormanlarda daldan dala uçan hemcinslerime, akrabalarıma selam söyle. Başka bir şey istemem.”
Tacir, işlerini tamamlayıp memlekete dönmeden önce, tûtîsinin arzusunu yerine getirmek için ormana gider ve oradaki tûtilere kendi kuşunun söylediklerini iletip selamını söyleyince, tûtîler hemen oracıkta cansız, dallardan aşağı düşüverirler. Tacir çok üzülür, eyvah kuşcağızların ölümüne sebep oldum. Demek benim kuşun akrabalarıymış bunlar, diye düşünür.
Memlekete döner ve olanları tûtîsine anlatır. Anlattığı zaman o da kafesin içinde bir anda cansız düşüverir konduğu tüneğinden. Tâcir üzülür, “Düşünmeden, birden bire anlattım, kalbi dayanmadı kuşcağızın” der. Elemle kuşun cesedini çıkarmak için kafesin kapısını açar ve tam o sırada tûtî kafesten fırlar ve uçup gider. Uzaklaşırken tacire seslenir; “Sen selamımı iletirken ormandaki hemcinslerim anladılar ki, ben kafesteyim ve kurtulmak istiyorum. Hâl diliyle bana, kurtuluş için ancak ölmek gerektiğini anlattılar. Ölmüş gibi yaparak yere düştüler. Bu dersi anladım ve ben de hemen ölü taklidi yaptım. Ancak o zaman kafesten kurtuldum.”
İnsanoğlunun içine hapsolup kaldığı beşerî hırs ve kusurlar kafesinden kurtularak, hür ve azat olabilmesi için ancak “ölmeden evvel ölmesi” gerekir. Nefis terbiyesi (te’dîbi) ile temizliğe ve sükûnete ulaşması gerekir.
Tâcir artık işine yaramayacak olan ölü kuşu kafesten atmak için kafesin kapısını nasıl açmışsa, nefs-i emmâre de; yalanı, riyayı, kibri, hileyi, kini, nefreti, şerri… terbiye ile yok edince değişime uğrar, bir kapı kapanır, diğeri açılır, gerçek hayat yolculuğunda nefis dirilerek sefere devam eder.
Nefis -ki, insanın hakikatidir- bir önceki halden ölüp bir sonrakinde dirilerek “mutmainne” mertebesine ulaşınca tabii ölümden önce ölmüş, ölümsüz bir mahiyette dirilmiş olur; işte bu halden sonra “Allah ondan, o da Rabbinden hoşnut olarak kulluğa ve cennete davet edilir”.
Ölmeden önce ölmek için “büyük cihada” çıkanlar, içinde yaşadıkları toplum için eşi bulunmaz nimetlerdir.