Özellikle Osmanlı Devleti'nin yıkılması ile birlikte hamisi kalmayan Müslüman topluluklar ve devletler bir saman gibi savruluyorlar. Tutunacak bir dal, ayaklarını sabit kılacak lider arıyorlar. En kötüsü de rüzgârın ne tarafta geleceğini tahmin edemeyecek kadar da feraset kaybı yaşıyorlar.
Bu hale düşmemizin en büyük sebebi o kadar rakip varken kendilerini rakip görmeleridir. Dünyadaki hallerine bakıp da düşmanlarının kimler olduğunu fark edememesi  düşmanlarına karşı tedbir almasını da engellemektedir.  
Müslümanlar, halen diş macunun orucu bozup bozmadığını, sakal uzatmanın dinimizdeki yerinin ne olduğunu,  şeytanın da ölüp ölmeyeceğini tartışa dursunlar. Güncel hayatımızda kafaları karıştıran ve cevabını bulamadığımız konularda da çözüm üretmekten uzak durmaya devam ede dursunlar.
Doksan dokuz değil yüz defa subhanallah desem bir şey olur mu? Saç ekimi yaptırmak caiz midir?, Bana küfür edene ben de küfür etsem günah olur mu?, Gayrimüslim mezarlığında yanlışlıkla Fatiha okudum, günah mıdır? sorularının cevabını da aramaya devam edebiliriz. Hatta Kur'an-ı Kerim i mealinden de okusak ne olur diyenleri ifşa etmeye de devam edebiliriz. 
Koca koca ilahiyatçılar, akademik unvanlarının zirvesinde olan profesörler, Ramazan boyunca yüklü paralar alarak, hayatta neredeyse hiç karşılığı olmayan konular üzerine tartışmaya devam edebilirler.
Kaç kere ayetel kürsi okursak hangi hastalığa iyi geleceğini, salavat getirirsek fenalıklardan korunacağımıza dair derin (!) tartışmalarımıza da devam edebiliriz. 
İsmet Özel'in vurguladığı: "Hak yemek, sol elle yemek yemek kadar dikkat çekmedi bu ülkede." cümlesi üzerine hiç durmasak da olur. Gençlerin aile kavramının içini doldurmadığından, gayri ahlaki davranışlarının yaygınlaşmasından rahatsız olduğumuzdan da dem vurmaya devam edebiliriz. Ama ne yapılması gerektiği üzerine kafa yormamıza gerek yoktur.
Boynuzsuz keçinin boynuzlu keçiden hesap soracağı günden herkes bir şeyler söyleyebilir. Ama hak yememenin, haktan yana olmanın davranışa dönüşmemesinden rahatsızlık da duymayabiliriz. 
Nasıl olsa zenginleştik artık makam sahibiyiz, ezilmişlerden değiliz diyerek kendimizi rahatlatmaya ve tatmin etmeye de devam edebiliriz. İhaleler peşinden koşmak artık inancımızın bir gereğidir anlayışına da sahip olmaktan rahatsızlık duymayabiliriz. Bunun için de "ekonomiyi ele geçirmeden söz sahibi olamayız" diyerek de bu inancımızın alt yapısını da hazırlayabiliriz. Ama zekâtı vermekte cimrilik edebilir, aslında zekatın bizim değil ihtiyaç sahibinin gerçek sahibi olduğunu unutabiliriz. 
Dünya Müslümanlar çile çekerken hatta canlarını verirken biz nerede tatilimizi yapmalıyız derdinde de olabiliriz. Bu bayramda olduğu gibi evimize bizi kapattılar derken bayram nedir bilemeyen Müslümanları, bu bayramda ellerini öpecek anne babalarını zalimlerin bombardımanı ile kaybeden çocukları düşünmesek de olur. Bundan kime ne değil mi?
Doğu Türkistan'da Müslüman Türkler katledilirken, soykırım yaşanırken, çocukları ailelerinden uzaklaştırılıp komünist bir anlayışla yetiştirilirken, "Bayram da evimizde sıkışıp kaldık, yetkililer süreci iyi yönetemiyorlar" diyerek dert yanmaya da devam edebiliriz.
İlk kıblemiz Mescidi Aksa'yı korumak sadece Filistinlilerin göreviymiş gibi evimizde rahat rahat otururken bir de bu Araplar bize hep ihanet etti diyerek kendimizi işin içinden kurtarabiliriz. İngiliz Askeri Haberalma Servisi için çalışan Lawrenc'in nasıl bir fitne tohumu ektiğini ve içimizdeki Lawrenclerin bu fitneleri devam ettirdiğinin farkına bile varmadan kahvelerimizi yudumlarken ahkâm kesmeye de devam edebiliriz. Araplar hep ihanet etti derken, şehit olmadan önce o Filistinlinin "Şehit olursam beni Türk Bayrağına sarın" ifadesini anlamamıza da gerek yok.
"Sen onların dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hristiyanlar da senden asla memnun kalmayacaklardır…"  ile "Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velileridir."  Ayetlerini biliriz ama biz halen Arapların ihanet ettiğini söylemeye devam edebiliriz. İsrail'in Gazze saldırılarını en basit tepki olan kınamayı dahi yapmayan ABD'nin bu tutumunun arka planını anlamamıza dahi gerek yoktur. 
Sosyal medyamızda twitler atarız, facebook paylaşımları yaparız, profil resimlerimizi değiştiririz, Netanyahu'yu, İsrail'i kınarız, Doğu Türkistan'daki soykırımdan dolayı Çin Devleti'ni kınarız, Myanmar'da Arakanlı Müslümanların işkenceye uğradıklarını, gençlerin Myanmar ordusu tarafından öldürüldüğünü paylaşmamızda hiç beis yoktur.
Geceleri kalkıp, Müslümanların zulümlerden kurtulması için dualar ederiz. Ama dualarımızın fiili duaya geçmesi için bir şey yapmamıza gerek yoktur. Hatta Sivil Yardım Kuruluşlarına SMS göndererek 5 TL yardımda bulunarak kalplerimizi rahatlattığımızı düşünürüz. İsrail mallarının listesini yayınlayarak boykot çağrısı da yaparız. Bunları yaparken rahatladınız değil mi?
Çünkü tüm bunlar zahmetsiz ve külfetsiz işlerdir. Oysa bilinmelidir ki; Fiiliyata geçmeyen tüm düşünce ve ibadetler beyhudedir. Vicdanlara dokunmayan, kalpleri titretmeyen her davranış sizi belki rahatlatır ama problemler artarak devam eder.  Artık bu yaptıklarımızın dışında farklı bir şeyler yapma gayreti içine girmemiz gerekiyor. Artık tüm insanlığı kapsayacak şekilde Müslümanca bir anlayışla "Medeniyet Tasavvuru" üzerine düşünmemiz gerekiyor. Çünkü sadece bizim değil tüm insanlığın buna ihtiyacı var. 
Hem de acil koduyla…
Sevgide kalın, sevgiyle kalın…

(1) Bakara Suresi, 120. ayet
(2) Maide Suresi, 51. ayet.