Dilin kemiği yoktur derler, her şey konuşuruz. Konuşmak kadar kolay, icraat kadar zor bir şey olmasa gerek.
Siyasetçiler bu noktada mimli olsa da her birimiz masum değiliz.
Sözlerimiz ağzımızdan çıkmasıyla birlikte bizi bağlar ama eğer ağzımızdan çıkanı kulağımız duyuyorsa.
"Ele verir talkını kendi yutar salkımı" atasözümüz meşhurdur.
Bu atasözünü diyelim ki muhtar ve çocuklar üzerinden hikâyeleştirdiğimizde şöyle bir kurgu ortaya çıkarabiliriz.
Bahçenin dışına sarkan üzüm salkımlarını gören köyün çocukları afiyetle salkımları yerken köyün muhtarına yakalanırlar. Muhtar, çocukların kaçmasına fırsat vermeden yanlarına varır; "bunun, sahibinden izinsiz alındığı için bir hırsızlık olduğunu, hırsızlığın da haram olduğunu" söyler. 
 Çocuklar da muhtarı haklı bularak üzümleri yere bırakır ve giderler. Muhtarın aklı da üzümlerde kalır. Bahçenin sahibine haber vereceğine içinden "aman, zaten aldılar, bıraktılar, ben almadım ki, zayi olmasın" diyerek bahçedeki üzümleri birer birer yemeye başlar. Azarladığı çocuklardan biri de muhtarı uzaktan izliyordur. Muhtarın üzümleri yediğini görünce: "Ele verir talkını kendi yutar salkımı" der.
Bu sözü, her meslek grubuna uygulamak mümkün.
**
Sözle eylemin birbirini tutmaması böyle bir sorun. Öyle böyle değil başlı başına bir sorun.
Mazeretlerimiz hemen hemen aynı.
"Başkaları da yapıyor, tek ben değilim, israf olmasın vs…"
Bir de satırlar meselesi var.
"Söz uçar yazı kalır."
Mensubu olduğumuz dini ve milli kültürde yazı sözü takip eder. Zira söz bize evvelemirde ilahî kaynaktan gelir, hayatımıza anlam katar, dünyadaki varlık nedenimizi açıklar. Kutsal kitabımız bidayetinden beri böyle işlev görür. Hadisler de öyle..
Bazıları hadislere karşı rivayet kültürü diyerek hafife almaya kalksa, bir kısım cemaatler de yerli-yersiz bazı sözleri hadis diye ortaya döküp bu kesime malzeme verse de sünnetin varlığının hadis külliyatıyla sağlandığına inanıyoruz.
Kitap ve sünnetten beslenen ümera, ulema ve zühedadan gelen rivayetler var..
Diğer taraftan geçmişten günümüze intikal eden örnek davranışlar var. Adalet adına, güvenirlilik adına, ahde vefa adına, doğruluk adına…
Hz. Ömer'in "devletin mumu" hikayesi, Abdülkadir Geylani'nin eşkiyalara  annesine verdiği söz gereği doğruyu söylemesi gibi hikayeler..
Bunlar, hem sözlü hem de yazılı anlatımla günümüze kadar ulaşır.
Hele konuştuğumuzda ve okuduğumuzda referans verdiğimiz ayet ve hadislere ne dersiniz?
Kendimizden sadır olan kem/olumsuz söz ve davranışların Kur'an'da ve sünnette uygun görülmediğini hangimiz bilmez? Bal gibi biliyoruz..
Ya namaz sureleri ve hatim okuma geleneğimiz nasıl?
Sadece dilden ve satırdan…
 Ne okuduğumuzun farkında değiliz, otomatiğe bağlamışız kendimizi; dilimiz dönüyor, yatıp kalkıyoruz, selama sıra gelince namazın bittiğini anlıyoruz.
Namazda kalbi vesveseden/otomatikleşmeden kurtarmanın üç yolundan bahsedilir:
Cenabı Hakk ile konuşuyormuş gibi namaz kılmak.
Okuduğunuz ayetleri, ayetlerin anlamlarını düşünmek.
Kıldığımız namazı son namazımızmış gibi kılmak.
Aziz okuyucular!
Okurken, yazarken, öğrenirken satırdan değil, sadırdan yapmak gerekir.
Sadrın onaylamadığı satırda kalan bir söz, bir fiil havada kalıyor, ne sahibine ne de etrafına fayda sağlamıyor.
Vesselam...