Pandemi günlerinde herkes gibi kitap okuyarak televizyon seyrederek günlerimizi geçiriyoruz. 

Üretime sıfır olan katkımı, tüketimde haylice gösteriyorum. Tarihi filmleri seyrederken, tarihi kişileri okurken zamanımız ile ilişki kuruyorum. Sanki filmler bugünü anlatıyor veya dün de bugünlerin aynısıymış gibi algılıyorum. Tarihimizde içimizden çok hainler çıkmış, kendi menfaatlerini her zaman devletin ve milletin önünde görmüşler.

Sonuç olarak rakiplerini zehirleme, öldürme ile sonuçlandırmışlar. Onlar hiç, kıyameti, hesabı ölümü düşünmediler. Kardeş obalar arasında insanları kılıçtan geçirmeler, insanlarımız arasında yaşanan siyaset kavgaları obaları yakma ve yıkmalar…

Yıllardır akan masum kanların hesabını nasıl verecekler? Tarihi bilgileri okurken zamanımızda yapılan, çok katı ve sert tartışmaları dinlerken aklıma zor sorular geliyor. Sahi biz bu tarihçilere nasıl güveneceğiz?  Çok gerilere gitmeden mesela Fatih Sultan Mehmet'i, Kanuni'yi, Abdülhamid'i, Menderes'i, İnönü'yü anlatan hangi tarihçiye güveneceğiz. Seven ve söven tarihçilerden veya yazarlardan hangisini tercih etmeliyiz? Bugünü, elli yıl sonra bir tarihçiden veya bir yazardan okusak kesinlikle her lider için melek ve şeytan portreleri göreceğiz. Çünkü yazanlar seviyorsa melekleştirecek, sevmiyorsa şeytanlaştıracak. İnsanımız çok siyasal hale geldi. Siyaseti, siyasetçiyi kutsal hale getirdi. Kendi görüşlerimizi sorgulamak, araştırmak, bilimle, örfle, vicdanla karşılaştırma yerine peşinen putlaştırdık. Elimizde olan elmayı gördüğümüz tanıdığımız halde, maalesef tabi olduğumuz görüş, kesin inandığımız, siyasi yapımız, liderimiz, eğer ona armut dediyse kabullendik. İçinde olmaktan şeref duyduğumuz, liderine, yönetimine hayran olduğumuz, hatasız ve eksiksiz saydığımız, biricik partimizin bile bir kere olsun tüzüğünü okumadık.

Tüzüğü ile kendi görüşlerimizi hiç karşılaştırmadık ve ilgili tüzüğün hiçbir maddesine karşı da gelmedik, katkıda sunmadık. Konu ile ilgili aksi veya yapıcı görüşlerimizi de yöneticilere aktarmadık. Çocukken oynadığımız birdirbir oyunu vardı. "Ebemin dediği" derdik. Şimdi de liderimin dediği diyor ve geçiyoruz. Seküler bir hayat yaşama isteğimiz, ekonomiyi merkeze koymamız, makam ve mevki için yoğun çabalar sarf etmemiz bizi birçok değerlerden geri bıraktı. Hal bu ki biz böyle değildik. Öyle ki dinimizi dahi tanımaz hale geldik. Bir kelime- i tevhidin, bir kelime-i şahadetin anlamını dahi bilmiyoruz. Telefondaki mesajları defalarca okurken Kuran'ı Kerim'in mealini okuyanlardan olmadık. İslam'ı tanımak, öğrenmek isteyenler bize bakarak yaşadığımızı din saydıkları için maalesef yanlış düşünüyorlar. Hepimiz Müslüman olmamıza rağmen yapılan bir araştırma sonucu ülkemizde beş vakit namaz kılanların oranının yüzde 25'lerde olması moralimizi bozuyor. Mezheplerimizi de kutsallaştırdık, din haline getirdik. Üstelik onları da yeterince bilmiyoruz. Elinde mükemmel telefonu olan üniversite çocukları veya mezunlar bir tabiri, teknik bir terimi ellerindeki telefondan öğrenmeyi dahi beceremiyorlar. Bütün bu olumsuzluklara rağmen ülkesi için çalışanları, üretenleri, ülkem adına güzel haberleri görünce de mutlu oluyorum.

Hepimiz ülkemiz için ya çalışan, üreten veya üretenin, çalışanın yanında olanlardan olmalıyız. Ayrılığı, gayrılığı bir kenara bırakarak insan olma bilincinden hareket ederek birbirimizin görüşlerine saygı duyarak daha ileriye gitmek, çocuklarımıza güzel yarınlar bırakmak için el ele vermeliyiz. Yöneticilerimizi, yapılan her güzel işi desteklemeliyiz. Yapılan yanlış ve eksiklikleri, gerekli yerlere haber vermeli, haksızlığa kesinlikle karşı durmalıyız.

 Bu ülke bizim. Başka da gidecek yerimiz yok. Amacımız; bayrağımızın gölgesinde, vatanımızda hür ve bağımsız olarak, yaratana kul olmaktır. Bizden beklenen; düşünen, sorgulayan, yorumlayan karar veren bir birey olmaktır.