Bir zamanlar Karadeniz'in güzel şehirlerinden birisine tayin oldum. Kızılırmak kıyısında bulunan, geçimlerini de çeltik üretimi ve hayvancılıkla yürüten bir köyde göreve başladım. Havası ılıman, toprağı bereketli, mütedeyyin Anadolu insanları… İlk günler ve aylarda bize mesafeli duran, köylülerimiz zamanla bize alışmaya başladılar.

Köyümüzde muhtar, aza, mal-mülk sahibi biraz fazlaca olan bir zat ve mesleklerini söylemekten çekindiğim ifşa etmekten utandığım bazı kişilerin de işbirliği ile köyün insanlarına birçok olumsuz olaylar yaşattıkları için, yeni gelen öğretmenin de aynı şirketten olma ihtimalini gördüklerinden olsa gerek, namaz kılan, ırmak kenarında Kuran okuyan birisine bakışları mesafeli idi.  Haftada iki-üç gün açılan bir okulu her gün açmamız, eğitim de ciddi olmamız nedeniyle sonuçların görünmesi, eşimin genç kızlarla dostluklar kurması onlara dikiş, nakış, dantel öğretmesi çocuklarla olan ilişkilerimiz, dikkat çekmeye başladı. Zamanla köy kâtibi olma özelliğini kazandım.  Vatandaşımızın her türlü yazışmalarını, dilekçelerini, çoğu gençlerin nikâh akitlerini ben yapıyordum. Kırgınlıklara, küskünlüklere ve ihtilaflı olan her türlü olayın çözümü için beni de davet ediyorlardı. 

Köyümüzün yöneticilerinin o yıllarda ilginç yaklaşımları vardı. Muhtemelen yaptıklarım onları rahatsız ediyordu. Şimdi bir ilimizde il müftüsü olarak görev yapan, o zamanın ilahiyat mezunu olan gence camide Cuma namazı kıldırmasına bile engel oluyorlardı. Bir Cuma günü yine hocamız köye teşrif etmemişti.  Cemaat cami önünde bekliyordu. Ben geldim, hocanın olmadığını öğrenince niye bekliyoruz? Haydin namazı kılalım, dedim. Tam hutbeye çıkmak için hareket edeceğim zaman, köyümüzün birinci azası yıldırım gibi hareket ederek hutbeye çıktı. Bak azamız öğretmene namaz kıldırtmadı statüsünü kazandı. Ve namazı eda ettik. Ama moralim aşırı şekilde bozulmuştu.

Köyümüzün geçim kaynakları büyük oranda çeltik üretimi idi. Tarlada çalışan bayanları görünce, köylü kardeşlerime, "bu bayanların pişirdikleri var ya, haklarını size helal etmeseler vallahi size haram olur", derdim. Gerçekten çeltik o zamanlar bayanlar için çok zor bir meşgale idi. Cumartesi ve pazar günleri genelde ikindi vakitlerinde eşimle beraber köyde bazı ailelere uğruyor, çocukları hakkında konuşuyor, onların da fikirlerini alıyordum. Meslek hayatımda bu görüşmelerin bana çok faydası oluyordu.  Yine böyle bir gün köyümüzün biraz dışında içine kapanık sessiz ve sakin olan, an itibarı ile İstanbul'da gemi üretiminde çalışan bir öğrencimizin evine gittik. Annesi bizi güzel bir duygularla karşıladı. Bize çay yaptı, ikram etti. Ve konuşmanın ilerleyen bir bölümünde yaşanmış olayı anlattı. "Hocam ben üç çocuk annesiyim. Senin öğrencinin babası öleli de yedi yıl oldu. Çocuklarımın hem anası, hem de babasıyım. Hocam benim bir oğlum vardı. Okula gidiyordu. Irmağın kenarına her kesin olta attığı gibi o günlerde öğretmen de olta atmış. Ve oğluma ders saatinde veya teneffüste git bak bakayım oltada balık var mı? demiş. Çocuk da oltaya bakmak için ırmağa gitmiş. İspat edilmesi çok zor ama muhtemelen oltada büyük bir balık vardı ki, çocuk balığı çekmek için uğraşmış ama ırmağa kapılıp boğulmuş. Olayı duyunca dünyam yıkıldı ağladım sızladım ama derdimi anlatamadım. Olayın en vahimi de köyde muhtar ve bazı ekabirler gelerek şikayetçi olmamam için yoğun baskı ve tehditler savurdular. 'Öğretmen niye göndersin? Senin çocuk kendisi gitmiştir', diyerek benden yana olmadılar." dedi.  

"İşte hocam, yüreğimi soğutamadım bu olayı yüce mahkemeye sevk ettim" dediğinde ne çay içecek bir durum ne de konuşacak bir gücüm kalmıştı. Kadıncağızın gözyaşları ile eşimin gözyaşları birbirine karıştı. 

Daha hayattan öğrenmem gereken çok şeyler vardı. Gerçek olan ise birilerin canı yanarken, sebep olanlar görmezden geliniyor ve hatta korunuyordu.