Se­nin ba­na kar­şı buğ­zu­nun asıl se­be­bi­ni bi­li­yo­rum, bu ya­zı­da da kı­sa­ca bah­se­de­ce­ğim.
Ben, Müs­lü­man­la­rın bir­li­ğin­den, kar­deş­li­ğin­den ya­na ol­du­ğum, öm­rü­mün önem­li bir kıs­mı­nı bu uğur­da har­ca­dı­ğım için Müs­lü­man grup­lar­la uğ­raş­mı­yor, on­la­rın sa­taş­ma­la­rı­na da in­saf da­ire­sin­de ve yal­nız­ca ha­ki­ka­tin bi­lin­me­si mak­sa­dı­nı hâsıl ede­cek ka­dar ce­vap ve­ri­yo­rum.
Be­nim­le Fe­tö, Ef­ga­ni, Ab­duh ve Re­şid Rı­za ara­sın­da “tâbi-metbû” iliş­ki­si ku­ru­yor, genç­le­ri on­la­rın yo­lu­na ça­ğır­dı­ğı­mı, bu­nun için ça­ba gös­ter­di­ği­mi ya­zı­yor­sun; iş­te ya­la­nın ve if­ti­ran da bu­dur.
Alt­mış yı­la ya­kın­dır ko­nu­şu­yor ve ya­zı­yo­rum. Ba­na bir tek cüm­le­mi gös­ter ki, on­la­ra bağ­lı ol­du­ğu­mu gös­ter­sin ve bu­nun­la genç­le­ri o ki­şi­le­rin yo­lu­na da­vet et­miş ola­yım, bir tek cüm­le!
Sü­ley­man Hay­ri Bo­lay’a da if­ti­ra et­tin, o se­ni mü­ba­ha­le­ye (ya­lan söy­le­ye­ne la­net ol­sun bed­du­ası­na) da­vet et­ti, ce­sa­ret ede­me­din. Ben de da­vet edi­yo­rum: “Eğer ben genç­le­ri, o üç ki­şi­nin ve Fe­tul­lah Gü­len’in yo­lu­na ça­ğır­dıy­sam Al­lah ba­na la­net et­sin ve belâmı ver­sin, ça­ğır­ma­dıy­sam ba­na bu if­ti­ra­yı ya­pa­na lânet ol­sun ve Al­lah’tan belâsı­nı bul­sun!” di­ye­ce­ğim, var mı­sın!
Ben, İslâm bir­li­ği ve kar­deş­li­ği ama­cım doğ­rul­tu­sun­da ül­kem­de mev­cut bü­tün di­ni ya­pı­lar­la (ta­ri­kat, par­ti, ce­ma­at…) kar­deş­çe iliş­ki kur­ma­ya, ara­la­rın­da­ki prob­lem­le­ri çöz­me­ye, if­rat ve tef­rit­le­ri olan­la­rı di­ya­log yo­luy­la ıs­la­ha ça­lış­tım. Bah­se­di­len şa­hıs ve çev­re­si, meş­hur ders­ha­ne­ler ola­yın­dan son­ra Tay­yip Bey ve ik­ti­da­rı aley­hi­ne ta­vır alın­ca ön­ce ya­za­rak ve ko­nu­şa­rak yan­lış yap­tık­la­rı­nı an­lat­tım, din­le­me­yip in­saf­sız mu­ha­le­fet ve yıp­rat­ma ta­vır­la­rı­nı de­vam et­ti­rin­ce di­ya­lo­ga son ver­dim, o meş­hur “sah­te pey­gam­ber­ler…” ko­nuş­ma­sın­da ben Tay­yip Bey’in ya­nın­da idim, man­za­ra ka­mu­oyu­na in­ti­kal et­ti ve o za­man­ki adıy­la ce­ma­atin he­def tah­ta­sı­na otur­dum.
Ge­le­lim Ef­ga­ni, Ab­duh ve Re­şid Rı­za’ya.
Hü­se­yin Hil­mi Işık (Al­lah rah­met ey­le­sin!) ve ya­kın çev­re­sin­den ya­zar­lar yal­nız­ca bu üç ki­şi­yi de­ğil, İbn Tey­miy­ye, Ha­mi­dul­lah, Mevdûdî, Sey­yid Ku­tup, Elbânî, Yu­suf Kardâvî, Şiblî Nu­ma­ni, Hay­red­din Ka­ra­man, Ah­med Gür­taş, Sü­ley­man Ateş, Celâl Yıl­dı­rım, Be­kir To­pa­loğ­lu gi­bi ze­va­tı da baş­ta mez­hep­siz­lik ve Veh­ha­bi­lik ol­mak üze­re çe­şit­li if­ti­ra­lar­la sı­va­dı­lar. Hamîdul­lah gi­bi bir velî ahlâklı allâme­ye “Ba’îdul­lah” di­ye­cek ka­dar cür’eti ile­ri gö­tür­dü­ler.
“Hak­sız­lık kar­şı­sın­da su­san dil­siz şey­tan” ol­ma­mak için bu zevâtı, in­saf­lı, ta­raf­sız ve ol­duk­la­rı gi­bi an­lat­mak üze­re ha­re­ke­te geç­tim, bir­çok yer­de yaz­dım ve bir­kaç yıl ön­ce çı­kan “İslâmî Ha­re­ket Ön­cü­le­ri” isim­li dört cilt­lik ki­ta­bı­ma Mevdûdî ve Sey­yid Ku­tub’u da al­dım.
Be­şer şa­şar feh­va­sın­ca -Pey­gam­ber­ler dı­şın­da- her­ke­sin ha­ta­la­rı, ku­sur­la­rı, gü­nah­la­rı ola­bi­lir, ilim ve İslâm ada­mı­nın işi if­ti­ra et­mek, yal­nız­ca kö­tü ola­nı yaz­mak, onu da abart­mak de­ğil­dir; ki­şi­nin ken­di söz­le­ri­ni ve ya­zı­la­rı­nı, ta­raf­tar­la­rı­nın da mu­ha­lif­le­ri­nin de de­dik­le­ri­ni ve ola­nı ol­du­ğu gi­bi, ge­rek­ti­ği ka­dar söy­le­mek­tir, yaz­mak­tır. Ben de öy­le yap­tım.
Şaş­tı­ğım, in­cin­di­ğim şey şu­dur:
As­lın­da Müs­lü­man ve İslâmcı ol­ma­nın öte­sin­de bir be­şe­re ve­ya be­şerî ya­pı­ya ya­pış­tı­rıl­ma­yı, fa­lan­cı, fi­lan­cı ola­rak anıl­ma­yı ka­bul et­mem, ama:
1960’lı yıl­lar­dan be­ri ge­niş­le­te­rek ya­yın­la­dı­ğım bir ki­ta­bım var: İmam-ı Rab­ba­ni ve İslâm Ta­sav­vu­fu. Ya­kın­da bir de “Şe­ri­at­sız Ta­sav­vuf Ol­maz” isim­li ki­ta­bım çık­tı. Pe­ki, ta­sav­vuf­ta ıs­rar­la bu yo­lu ve İmam-ı Rabbâni’yi ör­nek gös­ter­di­ğim hal­de ni­çin ba­na “İmam-ı Rabbânîci” de­mi­yor­lar da yal­nız­ca ha­yat­la­rı­nı ilmî usul ile yaz­dı­ğım ki­şi­ler­le aram­da ai­di­yet iliş­ki­si ku­ru­yor­lar!
Se­be­bi ma­lum; çün­kü ben on­la­rın sah­te kut­sal­la­rı­na (ya­nıl­maz efen­di­le­ri­nin tes­pit­le­ri­ne ve ka­na­at­le­ri­ne) mu­ha­le­fet edi­yo­rum.
Bu­ra­da da­ha faz­la­sı­nı aç­ma­yı ge­rek­li gör­mü­yor, me­rak eden­le­re, “Bir Var­mış Bir Yok­muş” isim­li Ha­tı­ra­lar ki­ta­bı­mın son bah­si­ne ba­kın di­yo­rum.