Koyu siyah gözleri, dağınık, bakımsız ve haftalardır üzerinden çıkarmadığı için sanki üzerine yapışmış gibi duran giysileriyle yine dükkânın önündeydi. Simitçiden kimse onu görmemişti. Rahat rahat içeri bakıyor ve hayaller kurabiliyordu. Henüz… Hamurun parçalara bölünmesi, ustaların sihirli ellerinde simit şekline dönüşmesi, fırına sürülmesi… Fırın ne güzel bir yerdi? Islak, tatsız, tuzsuz bir hamur, mis kokulu, çıtır çıtır, lezzetli bir hal alıyordu. Değişimin bu denli çabuk ve güzel olduğu bir ortamda her şey mümkün olabilirdi. Keşke fırına "kendi yaşantımı sürebilsem" diye düşündü… Zira tatsız, tuzsuz bir hamur gibiydi hayatı da… Camın kenarında öylece bunları düşünürken, kendisine seslenildiğini duydu. Koyu siyah gözlü, dağınık ve bakımsız birçok çocuk vardı ama bir tek ona böyle seslenilirdi. Bu topraklarda, onu diğerlerinden ayıran, bir tembih sözü gibi başının üzerinde sürekli sallanan düşünce, bu seslenmede saklıydı;
"Suriyeli! "
Muhabbetin kendi üzerinden gittiğini, hararetli konuşmaların arasında üzerine odaklanan bakışlardan anlıyordu. "Nerden geldiler bunlar kardeşim? Biz kendimizi zor besliyoruz zaten" dediler. Duyduklarını anlamamasına sevindi. Gerçi anlasa da üzülmezdi. Kimseye bir yükü yoktu ki… İki abisi günlüğü yirmi liradan, dikenli tel yapan bir dükkânda çalışıyor, kardeşlerine her gün çikolata bile getiriyorlardı. Niyetini bilseler, ona böyle ters ters bakıp, homurdanmazlar diye düşündü. Fırından her çıkan simitte kendini görüyor, onlarla beraber mis gibi koktuğuna inanıyordu.
"Şuna bir simit verin de gitsin!" dedi usta. Çırak simidi çocuğa uzattı. "Şükran" dedi ve almadı çocuk. Usta, bu kelimeyi bildiğini, Umreye gittiğinden, hicazdan, dinden imandan bahsetti. Kendisi yüksek sesle seslendi bu sefer: "Al oğlum al, helal, helal" dedi. Suriyeli yine aynı şeyi söyledi ve almadı: "Şükran"
Bunların aslında çok zengin olduklarından, oradaki tüm mallarını satıp da buralara geldiklerinden konuştular. Savaşmak yerine ülkelerini terk etmenin ne kadar büyük bir ihanet olduğundan, Türkiye ekonomisini alt üst ettiklerinden konuştular. Çocuk, kendisinden, daha doğrusu Suriyeliliğinden konuşulduğunu anlıyordu. Bir gözü içeriden çıkmakta olan simitlerdeydi. Evet! Yine olmuş ve mis gibi kokmaktaydılar. Gülümsedi yüzü belli belirsiz. Ve birden koşarak uzaklaştı. Arkasından konuşulanları geride bırakarak…
"Ben size dedim birader. Bunların derdi ekmek değil. Adamlar senden benden zengin. Rol yapıyorlar. Aç olan adam almaz mı simidi."
Yarım saat sonra çocuk tekrar dükkânın önüne geldiğinde, elinde bir de büyük yoğurt kovası vardı. Çıraklar yine adını seslendiğinde, kovayı uzattı.
"Beyefendimize bak hele… Bir simit verdik, almadı. Kovayla istiyor şimdi de… Demedim mi, bunların derdi ekmek değil diye!"
Çıraklardan birisi söze atıldı: "Ustam, ya evde daha çok nüfusu var ve onlarsız boğazından geçmiyorsa?"
Usta bir çırağa, bir çocuğa baktı. Kovanın bir kenarı çırakta, diğer kenarı çocuğun elindeydi. Usta, küreği elinden bıraktı. Kovayı simitle doldurmaya başladı. Saymadı bile doldururken… Kova ağzını taşar duruma gelince, çocuğa uzatarak: "Al bunu sadakamız olsun, yallah!" dedi.
Çocuğun yüzündeki tebessüm yüzünden taşacaktı. Bir kova dolusu simit, burnunun direklerini kopartacak bir koku ile çıtır çıtır kucağındaydı. Çırak, ustasının yüzüne daha bir gururla bakıyordu. "İyi ettin be usta. Ne zamandır buralarda bu çocuk. Öylece bakıp bakıp gidiyor. Belli ki karnını doyurmak değil derdi…"
Diğer çocuklar gibi sokaklardaydı. Onlar gibi bağırıyor, onlar gibi hareket ediyordu… Bu durum, onu gururlandırıyordu. Kalbi yerinden taşacak gibiydi. Bir süre satamayıp, onca simitle dolanması hiç koymadı. Akşama kadar dolanabilirdi. Çağıranlara koştu. Vermeye kıyamadı. Para almayı unuttu. Arkasından seslendiler: "Simitçiii…" Suriyeli'den daha güzel geliyordu kulağa… Evet! İsmi bu olmalıydı.
Fırına döndüğünde ne sattığını, cebinde ne olduğunu bilmiyordu. Usta boş kovaya baktı. Sonra cepten çıkan bir tomar bozukluğa… Usta duruma bir anlam veremiyor, şaşkınlığını gizleyemiyordu. Çırak parayı saydı: "Tamı tamına Yirmisekizbuçuk lira" dedi. Para tezgâhın üzerindeydi. Çocuk, boş simit kovasını koluna takıp kapıdan çıkmak üzereydi ki, usta seslendi:
"Suriyeli!" Çocuk, gün boyu aklından silinen ismini hatırladı. Dönüp bakmak istemedi. Umarsız da kalamazdı. Yarın yine buraya gelecekti çünkü. Simitçi olduğu yere…
"Paranın on beş lirası senin" dedi usta. Çırak parayı uzattı. "Şükran" dedi, almadı çocuk. Israr ettiler, helal dediler, olmadı…
Giderken boş kovayı başının üzerine koydu. Sokakların arasına dalarken, uzaktan, sesi duyuluyordu… "Simitçiiiiii…"