AĞLAR KAYA KAHRAMANI 
ÜSTEĞMEN ULVİ
Cihan Harbi’nin bitmez tükenmez muharebeleri içinde; daima sağlam maneviyatıyla, bütün yokluklara rağmen kazandıkları zaferlerle tarihte büyük işler başarmış Türk orduları, gün olmuştur ki, zayıf hücumlarına, azlığına rağmen yine çarptığı hedefleri kırmış, parçalamış ve bir avuç Mehmet karşısında bir kaya kadar sert duran düşman tuzla buz olmuştur.
Tarihe bakıyoruz. Üç tarafı kesme kaya üzerine oturmuş ve her tarafı o zamanki silahların yıkamayacağı kadar sağlam yapılmış ve uzaktan göğe baş kaldırmış heybetiyle zabtedilmez sanılan Eğri kalesi, Türk askerinin kahramanca hücumları sayesinde ve bütün Avrupa'nın hayretini kazanacak derecede kısa bir zamanda zapt olunmuştu.
Kanijeyi, Plevneyi, İşkodrayı savunan, Şıpkaya, Conkbayırı’na, Tınaztepe’ye, Kutkaya’ya saldıran ruh, hep aynı milletin fedakâr evlatlarının tarih boyunca tanınan geleneğinin, kudretini ispata yeterli değil midir? Türk için zapt olunmaz kale, aşılmaz mani, yıkılmaz engel, mağlup edilmez ordu yoktur. O, silah eksikliğini içindeki cevherle takviye eder ve daima her yerde, her zaman düşmanından üstün görür.
Kafkas cephesinin tarihini okuyanlar ve burada çarpışanlar bilir. Burada semaya ser çekmiş çıplak uçurumları, ıssız vadileriyle, korkunç zirveleri, yazın bile insana dehşet veren bu dağlarda, insan boyu karlar eriyince, birliklerimiz buralarda Ruslara ve işbirliği yaptıkları Ermenilere karşı  kahramanca savaştılar. Aşılmaz sanılan dağlardan toplarını aşırdılar ve düşmana bu dağları mezar yaptılar.
9 Haziran 1915’de 2900 rakımlı Karadağ, 94. Alayın kahramanca hücumları neticesinde ele geçirilmişti. Bu dağda meydana gelen muharebe de bombası ve mermisi tükenen Mehmetler, kaya parçalarını kopararak düşmana attılar. Düşmanın göz açtırmayan ateşine göğüslerini siper ederek, taarruzlarına devam ettiler. 
Düşman, Türk askerinin ölümden korkmayan saldırıları karşısında Karadağ'ı bıraktı ve Ağlarkaya denilen sarp, erişilmesi güç bir tepeye çekildi. Burasını en modern vasıtalarla tahkime başladı. Kahraman 94. Alay 19 Haziran tarihine kadar, 10 gün bu minareye benzeyen tepeye saldırdı. Her seferinde zayiat verilerek geri püskürtüldü. Ağlarkaya 2900 rakımlı Karadağ'ın en yüksek noktasında, iki tarafı uçurum ve 50 metre genişliğindeki boyun noktasıyla Karadağ'dan ayrılıyordu. Bu kadar dar sahada bir bölüğün serbestçe açılıp yayılması mümkün değildi. Buna rağmen vazife almış olan Alay, üzerine yağdırılan mermilere rağmen kayalara tırmanıyor, acı çığlıklarla yüzlerce metre yüksekliğindeki uçurumlara yuvarlanıyor, yine saldırıya devam ediyordu. Alay bu saldırılar neticesinde 350 subay ve erini şehit vermişti.
32. Tümen komutanı 19 Haziran 1915 sabahı 94. Alayı takviye maksadıyla, 96. Alayı da Karadağ’a göndermiş, her iki alayla da yapılan saldırıdan netice alınmamıştı. 
Düşman gerek kuvvet, gerekse arazi yapısı itibarı ile o kadar kuvvetli bir yere yerleşmişti ki, buradan söküp atmak imkânsız gibiydi. Tümen komutanı planını değiştirerek, Ağlarkaya'yı küçük bir kuvvetle, baskınla ele geçirme kararını verdi. Günlerdir süren taarruzlar neticesinde, iki alayda yorgun düşmüştü. Ağlarkaya’nın matemli ve heybetli duruşuna bakan Mehmetler hem ürperiyor, hem de içindeki kini söndürememiş olmaktan dolayı üzüntü duyuyordu. Onlar bütün kuvvetleri ile bu duvara taarruz etmişler ama muvaffak olamamışlardı. 20 Haziran günü öğleden sonra taarruz kesilerek alaylara eski mevzilerine çekilme emri verildi. Bu arada siperlerde, Tümen komutanının bir emri gezdiriliyordu. Bu emirde: "Ağlarkaya’yı baskınla ele geçirecek gönüllü bir subay isteniyor, bu subaya başarılı olduğunda bir üst rütbe verilerek terfi edeceği" yazıyordu. Bu emrin ulaştığı siperlerden birinde mütevazı ve sakin genç bir üsteğmen yerinden fırladı ve doğruca Tabur Komutanı’nın yanına gitti ve
- "Komutanım, bu vazifeyi ben yapmak istiyorum" dedi.
Tabur komutanı şimdiye kadar beraber savaştığı bu subayda, hiçbir fevkaladelik görmemişti. Önce duraladı. Karşısında ince uzun boyu ile fidan kadar narin yapısıyla duran, taburun sessiz ve şakacı üsteğmenine gözlerini dikti. Onun ruhunu okumaya çalıştı ve arkasından;
- "Peki, isminizi tümene bildireceğim." dedi.
Bu gönüllü kahraman Üsteğmen Ulvi idi. Nevi şahsına münhasır, mütevazı ve feragat sahibi olan Ulvi'yi ekseriyetle bir kaya arkasında, bir siper içinde, Tokat'lı olan emir erinin pişirdiği çayı içmekte, elindeki peksimeti kemirmekte iken görürsünüz. Onun bütün günler boyu yiyeceği çay ve peksimetti. Emir erinin elinde isli bir matara, sırları dökülmüş çinko bardak, çay, şeker, peksimetten ibaret yiyeceği bulunur. Erleriyle aynı hayatı yaşar, muharebe hayatı boyunca erlerine kurulmadıkça, kendisine çadır kurulmamıştır. Ulvi, bölüğünün hem komutanı hem de ağabeysidir. Muharebenin sükûnetli zamanlarında erlerinin mektuplarını yazar, gelenleri okur ve bu suretle, savaş alanında erlerinin neşesiz kalmamasına özen gösterirdi.  O, bölüğünü ölüme sürdüğü zaman; eğer Ulvi istemişse son eri dâhil ölecek kadar kendisine bağlıdır.  Onun sert bir bakışı mermiden daha tesirlidir. Bölüğüne bu derece hâkim, kendisini bu derece sevdirmiş bir subay elbette, muvaffak olmak hakkını kendinde bulurdu. 
Aradan birkaç saat geçmişti. Tabur komutanı tümenden muvafakat cevabı almış, lazım gelen emirleri vermek üzere Ulvi’yi yanına çağırtmıştı. 
Tabur komutanı heyecanla konuşuyor, her ihtimali hesap ediyor ve defalarca Ulvi’ye soruyor: " Nasıl, Ulvi bu işi başarabilecek misin? Ama düşman çok kuvvetli yavrum... 
Ulvi her zamanki sakin tavrı ile cevap veriyor: " Merak etmeyin komutanım, yarın sabah alayın sancağını Ağlarkaya’da dalgalanırken göreceksiniz." diyordu.
Bu kudretli iman önünde tabur komutanın da Ulvi’ye olan itimadı ve zaferine olan güveni arttı. Onu kucakladı ve : " Haydi yavrum, Allah yüzünü ve yüzümüzü ak etsin!" diyerek temennilerle onu uğurladı.
Ulvi komutanından ayrıldığı zaman gün kararıyordu. Yolda Ulvi’ye haber soranlara Ulvi, her zamanki sakin ve mütevazı tebessümüyle mukabele ediyor, ne yapacağını hiç kimseye söylemiyordu. O, bölüğüne geldiği zaman başçavuşu çağırdı. Gizlice bir şeyler konuştular. Karanlık bastıktan sonra başta Ulvi, geride bölüğü olduğu halde Ağlarkaya’nın karşısına, siperlerimizin gerisine yanaştılar.
Ulvi baskın planını hazırlamıştı. Günlerdir saldırdıkları Ağlarkaya’nın her tarafını iyice biliyordu. Bölüğüne gerekli talimatı verdi.  Hava karardıktan sonra, düşmanın siperleri önüne koyduğu kirpileri iplerle çektirdi. Bu şekilde birinci güçlük yenilmişti. Fecirle beraber hiç ateş himayesi yapılmadan baskın yapacak olan Ulvi, bütün tertipleri almış sabırsızlıkla baskın anını bekliyordu.
Alayların bütün subayları heyecanla baskını bekliyorlardı. Ateşsiz, himayesiz yapılacak olan bu baskın ve elde edilecek başarı herkesin merakına neden oluyordu.
21- 22 Haziran 1915 gece yarısından sonra saat 03.30. Ulvi erlerine süngü taktırmış, çantalarını, kazma ve küreklerine varıncaya kadar her şeyi çıkarttırmış, erlerin ayaklarına keçe ve çuval parçaları sardırmış ve onları taş siperler gerisinde saklamıştı.
O; kırk metre kadar ileride yağmur bulutu gibi kararan Ağlarkaya’nın hazin ve yaralı çehresine, Türk analarının kalbini dağlayan bu heybetli som kaya parçasına gözlerini dikmiş bakıyor, beş on dakika sonra bu nankör kayada, düşman cesetleri üzerine dikeceği şanlı sancağın düşman sürüleri üzerine yapacağı etkiyi düşünüyordu.
Saat 3.50… Düşman siperlerinde ne bir ses, ne bir hareket var. Ulvi sol elinin şahadet parmağını ağzına koydu ve hafif bir ıslık çaldı. Siperde sessiz ve sakin duran aslanlar derhal dikildiler. Sonra ikinci ıslık ve buna müteakip Ulvi’nin şimşek hızıyla siperden fırladığı görüldü. Ulvi iki elinde tuttuğu bombaları ateşledi ve bir anda düşman siperlerine fırlattı. Bunu yüzlerce bombanın gümbürtüsü takip etti. Bölük düşman siperlerine girmiş, bölüğe on misli üstün olan düşman şaşkın ve perişan kaçmıştı.
Birkaç dakika sonra Ağlarkaya’da ve gecenin sessizliği içinde vadiler susmuş, biraz evvel alev halini alan tüfek ve bomba sesleri, süngü şakırtıları dinmiş, acı feryatlar susmuş, alev halinde yanan kayayı kesif bir karanlık kaplamıştı. Bölükten bir haberci alaya müjdeyi veriyor, Ağlarkaya elimizde, düşman perişan olmuş kaçıyor.
Ulvi çakal sürüsü gibi kaçışan düşmanı ateşle takibe devam etti. Artık bir daha erişemeyeceği Ağlar kayaya, halen inleyen düşman cesetleri üzerine alayının şanlı sancağını dikti.
Sabah olmuştu. Başta tümen komutanı olduğu halde bütün subaylar tepeye gelmişlerdi. Yerde yatan yüzlerce düşman cesedi ve bunlar arasında birkaç yüksek rütbeli subayın bulunuşu, kazanılan zaferin önemini anlatmaya kâfi idi. Buna rağmen Ulvi, yine o mütevazı hali ile hiçbir iş yapmamış gibi ortadan silinmişti. Tümen komutanının yanına geldiği zaman Ulvi, mahcubiyetten kıpkırmızı olmuştu. Tümen komutanı kısa bir hitabeden sonra bu kahramana yüzbaşı rütbesini taktı. Ona bundan sonra Ağlarkaya kahramanı ismiyle çağrılmasını emretti. Ulvi bütün tümenin gıptasını celbeden bu haklı iltifatlar arasında dahi gururlanmadı. Kendisini tebrik eden arkadaşlarına: "Eser, bölüğümündür. Ben kaderin sevkiyle başlarında bulundum." diyerek, bölüğüne karşı bağlılığını ve kadirşinaslılığını gösterdi.