Tarikatta Mertebeler:
Tarikat, malum olduğu üzere, islamı hem zahiri hem de batıni yönden bir bütün olarak yaşama yoludur. Bir başka ifadeyle farzları yaptıktan sonra nafilelerle Allah’a yakınlık kurma yoludur.

Müslümanlıkta esas olan, Allah ve Resulü’nün emirlerine uyup yasakladıkları şeylerden uzak durmaktır. İslam tarihinin ilk yıllarında Akabe biatında olduğu gibi Müslümanlar, Hz. Peygamber (sav)e biat etmişler ve Resulullah (sav)in elini tutarak kendilerinden ayrılmayacaklarına söz vermişlerdir. İşte onların o samimi birliği, kendilerini tehlikelerden korumuştur. O dönemde ve ondan sonraki bir iki kuşakta başka mürşit arama ihtiyacı olmamıştır.

Ancak sonraki dönemlerde bir müslümanın özü sözü ve yaşantısı birbirine uygun ve düzgün, fazilet ve istikametle muttasıf ve muhabbet ve itimada layık bir zat araması ve ona teslim olma arzusu ortaya çıkmıştır. İşte bu temel ihtiyaç, tarikata girişteki ilk basamağı teşkil eder. Onun için bu ilk basamaktan itibaren tarikatın mertebeleri şöyle sıralanmıştır:
1.Tâlip: Bağlanacak bir şeyh arayışında ve arzusunda olan mü’mindir. Bu şahıs, Kur’an ve Sünnet çizgisinde yaşayan, dürüst, ahlaklı, sağlam bir inancı ve islama uygun bir hayat tarzını benimsemiş, müritlerine iyiliği emredip haramlardan ve kötülüklerden sakındıran, çevresinde iyi bir Müslüman olarak tanınan bir dervişe bağlanmak ve onun rehberliğinde yol almak ister.

2.Mürid: Arayış sonunda bağlanacağı zat bulup ona intisap etmek isteyen ve sonunda da tarikata giren kişidir. Güvenip bağlanabileceği kişiyi bulunca şeyhinin huzurunda o güne kadar işlemiş olduğu günahlardan tövbe edip pişman olduğunu içtenlikle beyan eder. Kimseye fenalık yapmayacağına, yalan söylemeyeceğine, kimsenin malına ve canına tecavüz etmeyeceğine, her türlü yasaklardan sakınacağına dair söz verir. Bütün bunlara Allah’ı, Resulünü ve tarikatın kurucusu kabul edilen ilk mürşidini şahit tutarak tarikata girer. Bundan sonra o adamın bütün hal ve harekatının kontrolü, intisap ettiği şeyhin nezaret ve murakabesine tabidir.
3.Sâlik: Tasavvuf yolunda seyr ü süluka giren ve bu yolda mesafe kat eden dervişlerdir. Seyr ü süluk; salikin ilmini, ahvalini, amellerini şeyhinin gösterdiği yolda tezhip edip üstün vasıflara ulaşması halidir.
İbni Arabi’ye göre sâlik, makam ve menziller arasında sadece bilgi ve tasavvurla yürüyen değil, amel ve hal ile yürüyen kimsedir.

Sâlikin süluk sürecinde uyması gereken bir takım kurallar vardır. Bunlara süluk adabı, tarikat adap ve erkanı denir. Âdab ve erkanı gözetmeyen sâlik, sülukundan olumlu bir sonuç alamaz ve kemale eremez.
Seyr ü sülukta dört mertebe vardır:
a.Seyr ilallah: Allah’a doğru yürümektir.
b.Seyr fillah: Allah’ın esması ve sıfatlarıyla muttasıf, ahlakıyla mütehallık (ahlaklanmış) olmaktır. Buna “Bekabillah” da denir.
c.Seyr maallah: Sâlikin her vardığı mertebede Allah ile birlikte yola devam etmesidir.
d.Seyr anillah: Hak’tan halka dönüp onları irşada yönelmesidir. İşte bunun için süluk; cehaletten ilme, kötü huylardan güzel huylara, kendi varlığından geçerek Hakk’ın varlığına doğru hareket ve oradan aldığı maneviyatı halka aktarmaktır, diye özetlenebilir.
4.Vâsıl: Kelime manasıyla ulaşan, varan demektir. Tasavvuf dilinde vasıl; Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah yolunu tutan ve nihayetinde O’na ulaşan ermiş kullardır. Süluk yolunda menzil ve merhaleleri geçerek tevhit menziline erişmiş kişiler için “Vâsıl-ı Hak” yani “Ermiş” tabiri kullanılır.
Vâsıl, nefis mücadelesini tamamlamış ve kemale ermiş sufilerdir. Allah Teala’nın “Seni kendime dost edindim.” (Taha 41) hitabına mazhar olan kuludur.
Tasavvufta vâsıl, şeyh, sufi, pîr ve mürşit kelimeleri genellikle eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Şeyhlik makamı, tarikat yolunun en yüce mertebesidir. Kamil şeyh ise müridi kabiliyetine göre eğiten şeyhtir. Manevi tasarrufuyla müridin yeteneğini daha da geliştirerek kemale eriştirir. Kamil bir şeyhe biat eden müridin seyr ü sülukunu tamamlayıncaya kadar şeyhinin denetimi altında bulunması şarttır. İbni Arabi der ki müridin şeyhe teslimiyeti, teneşirdeki ölünün yıkayıcıya teslimiyeti gibidir. Mürit, şeyhinin talim ve terbiyesinin dışına asla çıkamaz.
Mürit, seyr ü sülukunu tamamlayıp irşat ehliyetini kazansa da şeyhinden icazet almadan kendi başına irşat faaliyetine girişemez. Şeyhi tarafından irşada izin verildiğinde mürit, şeyhin halifesi olur. Kendi sine hilafet hırkası/irşat hırkası/icazet hırkası giydirilir. Mürit, bu hırkayı giydikten sonra şeyh sıfatıyla başkalarını irşada yetkili kılınmıştır.
Gerçek şeyh veya mürşit, öncelikle haramlardan kaçınır, farzları ifa eder. Yaşantısında Kitap ve Sünnet dışına çıkmamaya özen gösterir. Hayatında Allah’ın murakabesinde olduğunu asla unutmaz. Hal ve davranışlarıyla müritlerine, Müslim-gayrimüslim tüm insanlara örnek olması gerektiği bilinciyle hareket eder. Yaptığı işleri Allah rızası için yapar. Dünya menfaati, servet ve makam için yapmaz. Kadınlara karşı şer’i ölçülerin dışında bir davranışta bulunamaz.
Şeyhin emir ve tavsiyeleri, mutlaka şeriat hükümlerine uygun olmalıdır. Haramları helal sayan, farzları yok kabul eden bir yaklaşımda bulunan kişinin şeyhlik ve müritlikle alakası yoktur.
Tasavvufi hayatta bir de keramet ve keşf vardır. Harikulade olaylar peygamberlerden meydana gelirse mucize, Allah’ın veli kullarından meydana gelirse keramet adını alır. Keramet, aslında o velinin tabi olduğu mucizelerinden bir şube sayılır. Aslında o veli için o Resul’e tabi olmadan o makama yükselmesi ve o keramete nail olması mümkün değildir.
Veli, bir zaruret karşısında keramet gösterir. Dünya menfaati, gösteriş veya nefsini tatmin için keramet yolunu seçemez. Bu, Allah’a isyan ve riya olur.
Sahabe devrinden bir örnek verelim:
Hz. Ömer, Medine’de hutbe okurken Nihavend’de çarpışan İslam ordusunun arkadan çevrildiğini görür. Ordu kumandanına “Ey Sariya! Dağa bak, dağa” diye seslenerek uyarıda bulunur. Bu sesin binlerce kilometre uzaklıktaki Nihavend’de duyulması oldukça meşhurdur. Bu hususta sahabe, tabiin ve sonraki salih kullar arasında yaygın olarak bilinen pek çok misal vardır.
Keşif, bir şeyi örten perdenin kalkmasıdır. Mükaşefe, manevi gözle hakikati görmektir. Kitap ve sünnete uymayan keşfe itibar edilmez ve onunla da asla amel edilmez. Riyazet ve tasfiye sonucu gaybı örten perdenin kalkıp bazı bilgilerin elde edilmesi, keşiftir. Başkalarının tefekkür dünyasında gezen fikirleri sezmek, kabirde olanların hallerini bilmek, rüyaların gerçeğini bilmek de keşfin sonucudur.
Keşif, keramet ve ilham, ancak sahibini ilzam eder, başkalarına asla şer’i delil olamaz. Her mümin için esas olan, Allah’a kulluktur. Emredilen ibadetleri harfiyen yerine getirmektir. Haramlardan kaçınmaktır.