"Uyuyamadım." 
Sabah altıda kalkan insanlar böyle söyler. Oysa uykunun uzunluğu değil niteliği önemlidir. Dinlenmiş bir kafayla uyanıyorsan ne mutlu! Teslim olup mahmurluğa birkaç saat daha kalkmayabilirdim. Ama pencereden doğu'yu gören kısımda beliren kızıllık beni dürttü. Hadi kalk der gibi... Bahar yeni umutlarla gelir hep. Onu kapıda karşılamak gerek. Ayıp olur. Ve sonra bu hatayı düzeltmek için bir sene beklemek zorunda kalırım. Burada söz konusu olan bir insan olsa, gönlünü almak için çok fırsatım olabilir. Gider köyünde bulurum. Bir acı kahve eşliğinde iki çift lafın belini bükerim... Elim boş gitmez, en azından yarım kilo kırık leblebi götürürüm. İkna olmuş, sükûnete erişmiş, müşfik bir bakış için her şeyi göze alırım.
Evden kapıya adımımı atmamla, havanın yüzümü okşaması bir oldu. Doğa, kendisiyle beraber beni de yenilemeye, onarmaya çalışır gibiydi. Yüzümde hissettiğim esinti, çoktandır aynaya bakıp rahatsız olduğum, cildimdeki tahribata yönelik bir gerginleştirme çalışmasıydı. Yine aynı esinti, yılların üzerimde oluşturduğu olumsuz enerjiyi yerinden sökmeye çalışıyordu. Saçlarımın ise hiçbir endişesi yoktu. Zira kaybedecek bir durumu da kalmamıştı. Yerinde duran saçlarımın çoğu beyazdı ve dökülenlere gıpta ile bakıyorlardı. Hangi saç sahibine yaşlanmış hissi yaşatmak ister ki?
Sabahın kızıllığı, emanet saltanatını yitirmiş, yerini gerçek sahibine, güneşe bırakmıştı. Kış boyu fazla dışarı çıkmadığımı bilen güneş, tüm anaçlığıyla, özel bir ilgi gösteriyordu. Donmuş, nakıslaşmış duygularımın eridiğini hissediyordum. Uzmanlar güneş için D vitaminidir diyorlar. Bu aldığım ne bilmiyorum ama iyi bir şey olduğu kesindi. Sokaklar, caddeler, dükkân ve evler; Hepsi çok şirin ve temiz görünüyordu. Kutlu bir yolda yürür gibi... Böylece şehirler, ülkeler hatta kıtalar kat edebilirdim. Arkamdan beni iten ılık bir rüzgârla, hiç vites değiştirmeye ihtiyaç duymadan... Yorulmaz, uyumazdım hiç. Güneş varken yanında, uykusu mu gelir insanın?    
Sonra bir şımarık köpek peydah oldu. Beni tepeden tırnağa iyice süzdü. Kendisiyle oyun oynamamı ister gibi ileri geri hareketler yaparak   dikkatimi üzerine çekmeye çalışıyordu. İçinde bulunduğum terapi ortamını bir türlü anlamak istemiyor, konsantremi bozuyordu. Ayaklarımın önüne atılıyor, yürümemi engelliyordu. Hatta bir ara köpeğin ayağına basmamak için sendeleyip düşecek gibi oldum. "La oğlum bak git!" dediğimi anlamış gibi uzaklaştı benden. Önden gidiyor, ara sıra bakıp benden vaz geçmediğini söylemeye çalışıyordu. Işıklarda durdu. Ben de yetişmiş, yaya geçidinde yan yana gelmiştik. Işık yeşile dönünce karşıya geçtik beraber. Yolun karşısında, yerden ağzına aldığı bir cismi sağa sola sallamaya başladı. Ara sıra bana bakıyor, sanki ağzındakini ona ben atmışım gibi kâh yere bırakıyor kâh geri alıyor, oynuyordu. Yanına yaklaştığımda ağzındaki cismin bir kuyumcu hediyelik cüzdanı olduğunu fark ettim. Cüzdan fermuarlı ve açık durumdaydı. O an hava birden bulutlandı, güneş çekildi...
Cüzdanın içerisinde ya altın varsa! Olabilirdi... Daha önce başıma böyle bir olay gelmişti. Bir çeyrek altın bulmuş, götürüp sahibine teslim etmiştim. Sahibi kuyumcu çıkmış, adam bırak bir çay ısmarlamayı teşekkür bile etmemişti. Ama şimdi akıllanmıştım ve aynı hatayı yapmaya hiç niyetim yoktu! Belki bilezik belki de bir reşat vardı cüzdanda. Niye olmasın? Lâkin köpek bunun farkında değildi. Ağzındaki cüzdanı sağa sola savurmaya devam ediyor ben de onunla savruluyordum. Biraz önce başımdan savmaya çalıştığım köpeğin peşindeydim. O beni yanlış anlamıştı. Kendisiyle oynamaya çalıştığımı sanıyor, bu durumdan mutluluk duyuyordu. Bir ara cüzdanı ağzından düşürdü. Bir yandan bana bakmaya,bir yandan da sonraki hamlemi tahmin etmeye çalışıyordu. Aramızdaki alâkanın cüzdandan kaynaklandığını bilse, yüzüme tükürürdü. Suratımdaki ikircikli yüz ifadesini köpek de anlamaya başlamıştı. "Yemezler" der gibiydi gözlerindeki bakış. Ayağımla üzerine bastım cüzdanın. Paçama yapıştı köpek. Bu sırada kepenklerini açan esnaf bizi gördü. Oynuyormuş gibi yapmaya devam ediyor, cüzdanın üzerinden çekmiyordum ayağımı. Esnaf da işini gücünü bırakmış, olanı biteni izlemeye koyulmuştu. Köpeğin bile anladığı niyetimi esnaf anlamaz mı? Ayağımı cüzdanın üzerinden yavaşça çektim. Köpek kazanmıştı...
Evdeki hesap çarşıya yine uymamış, tamirat için çıktığım yolculuktan biraz daha bozuk dönmüştüm. Dört ayaklı bir canlının bana ağır bir ders vermesi zoruma gitmişti. Oysa o, benim mevsimden mevsime farkettiğim zenginliklerle her gün iç içeydi. Rüzgârı, güneşi, yağmuru, çamuru o bilirdi. Açlığı, yokluğu, fakirliği, ekmeği de... Bir öğretmene köpek gibi davranmak hiç yakışık almamış, mahcubiyetim katlanmıştı. 
Bir zaman sonra, ucu sivrilmiş duygularım sağımdan solumdan batıp beni rahatsız etmeye başlayacak, ve yine bir sabahın körü uyuyamayıp, şifayı aramaya düşeceğim yollara... Biliyorum bu hep böyle olacak. Dilime dolanan en sevdiğim türkünün nakaratı gibi. Seansın sonuna doğru, tam güzelleşmişken bir güvercin belirecek; Ağzında bir çeyrek...  Hiç oralı olmayacağım bu sefer. Cebime bıraksa ağzındakini, biliyorum ki derdim geçmeyecek! 
Bugün sanki kazanmış gibiyim. Onarılmış ve biraz da düzelmiş... Ama yarın çok daha cazip bir teklifle karşılaşabilirim. Beşerim, şaşarım. Kimi zaman bir kuş, kimi zaman bir köpek... Öğretmeni sadece okulda aramamak gerek.