O yıllarda apartman tipi evler kendisini yeni yeni kabul ettirmeye başlamıştı. Aslında büyük binalar, bana hep itici gelmiştir. Hafızamdaki en büyük yapının, bir gulyabani ürkütücülüğü içerisinde belediyenin karşısına dikilmiş biçimsiz, ruhsuz ve iç karartıcı haliyle karşıma çıkışını hatırlıyorum. Annemin elinden tutmuş yanından geçerken " Burası ne anne?" demiştim. Annem de "Cehennemin dibi!" demişti. Annem doğru söylüyordu. Cehennem tam da çarşının merkezinde olmalıydı. Belediyenin karşısında olması da mânidardı. Belediye görevlilerinin tespit ettiği suçlu insanlar burada cayır cayır yanıyordu... Allahtan babam belediye çalışanıydı. Bu düşünce beni rahatlatıyordu.
Evdeki taşınma mevzusu bir kaç sene sürdü. Konuşmalardan anladığım kadarıyla biz de apartmana çıkacaktık. Bu evlere taşınabilmek, bir devlet memurunun hayat zincirine ekleyebileceği en zor halkaydı. Bodrum katta yaşayan bir aile için üçüncü kat'a geçmek baş döndürücü olmuştu. Keşke daha önce bir ön hazırlık yapabilseydik.  Bir değil, iki değil, üçüncü kat...Yoldan geçenler bir ara durup hayran hayran bakarken sanki, kendi bodrumlarından kurtulacakları günü hayâl ediyorlardı. Babam kurada en iyi yeri çektiğini söyledi. Şanslıymışız. Dört ve beşinci katları asansör olmadığından iyi ki çekmemişiz.  
Hepsi de memur çocuklarından oluşan bir ortamdaydık. İlk bakışta hepimiz aynı görünüyorduk; Boyumuz, posumuz, kaşımız, gözümüz... Arkadaş olmakta hiç güçlük çekmedik. Akıllı uslu çocuklardık. Memur çocukları, çok fazla hayalleri olmayan, bilinç altlarında en büyük hedefleri, bir an önce babaları gibi bir devlet kadrosuna geçmek olan makul tiplerdir. Bu tip çocuklara annelik babalık yapmak kolaydır. Onlardan beklendiği gibi sınıflarını bir bir geçer, uslu uslu, kavgasız, dövüşsüz ve sürpriz bir olumsuzluğa mahâl vermeyecek şekilde büyürler. Zaman geçse de büyüdüklerini kimse fark etmez. Aferin, efendi çocuk, maaşallah, büyüyünce doktor olacak, dikkat et! Uslu dur! En çok duymaya alışık oldukları sözlerdir.
Arkamızda bir yerde kurma kolumuz varmış gibiydik. Her gün ya okulda ya da dışarıdaydık. Acıktığımızı hatırlatan annelerimizin sesine koşanlar, birazdan döneceklerini bildikleri halde kös kös gider, gurbete gitmiş gibi naralar atarak dönerlerdi. 
Bir süre sonra sıkıldım...
Gözüm yukarı bloklarda yaşayan çocuklara takılmıştı. Farklıydılar... Bizim oyunlarımızdan oynamıyorlardı. Ne oynadıklarını anlayamamakla birlikte, daha çok eğlendikleri belliydi. Kahkaha sesleri tüm mahalleyi çınlatıyordu. Babalarının memur olmadığını düşünmeye başlamıştım. Bizim gibi değillerdi. Oraya gitmenin bir yolunu bulmalıydım. Yanı başımda duran daha renkli olduğunu düşündüğüm  bu dünya, beni cezbediyordu. 
Aralarında okulda yan sınıfta gördüğüm birisi vardı. Bir vesile ile tanışıp arkadaş olduk. "Bizim bahçeye gel, orada oynayalım" dedi. Çoktandır istediğim şey tam da buydu zaten. Adı Mustafaydı. Beni bahçelerine çağırması bir lütuftu. Ertesi gün Mustafaların apartmanın önüne bir ambulans ve sonraki gün de bir polis arabası geldi. Bir de itfaiye aracı gelse tam olacaktı... Yan apartman gizemini iyice artırmıştı. Neler oluyordu orada? Mustafa ne şanslıydı! Her gün bir hareket, koşturmaca... Böyle bir yerde sıkılmak mümkün müydü?  
- Ne oldu sizin apartmanda? Önce ambulans sonra polis arabası...
Mustafa çok sakindi. Her zaman olup biten bir şey anlatıyormuş gibiydi:
- Hiç! Apartmanda abinin birisi kız kaçırmış. Kaçırdığı kızın abileri de gelip evi basmış. O sırada abinin babası da çıkarmış bıçağı, kızın abisine saplamış...  
Artık her gün Mustafaların bahçedeydim. Burada bomboş otururken bile sıkılmıyordum. Her an bir film sahnesi yaşama ihtimali heyecan vericiydi. O gün hiçbir şey olmadı. Ertesi gün de... Bir hafta boyunca ne ambulans ne de polis arabası geldi. Mustafaya bu durgunluğun sebebini sordum. "Yaz tatili, apartmanda kimse kalmadığından" dedi. Sonra bana yeni eğlencesinden bahsetti. Bir iki tane çizgili macera romanı çıkarttı. "Bu ne?" dedim. "Asıl kitap bunlar" dedi. "Okuyor musun?" dedim. "Yok. Bakıyorum, bir de üstüne para konduruyorum ve bu işten para da kazanıyorum." Mustafa her geçen gün şaşırtıyordu. Bir yandan da ona benzediğimi düşünüyor, her hareketine sorgulamaksızın saygı duyuyordum. 
Mustafa bir çizgi romanı yere koymuş, üç dört metre mesafeden elinde tuttuğu demir parayı kitabın üzerine kondurmaya çalışıyordu. Bu konuda bir maharet geliştirdiği belliydi. Zira hemen hiç ıskalamıyor, kitapların tam ortasına oturtuyordu.
- Hadi sen de dene. 
- Yapamam.
- Bu işten para kazanacaksın. Kitabın parası iki buçuk lira. Eğer kondurursan ya kitap ya da para senin olur.
Müthiş bir şeydi bu! Artık boş boş oynamak yok. Hem oynayacağım hem para kazanacağım. Böylece memur olana kadar geçecek sürede bir yandan para kazanıp aile ekonomisine katkıda bulunacaktım. Babam gurur duyacaktı benimle...
Sonra bana çalışmam için bir kitap verdi! Eve gidip hemen işe koyuldum. Kitabın üstüne kondurmaya çalıştığım demir para ses çıkarıyordu. Annem "Ne oluyor içerde?" diye seslendi. "Çalışıyorum!" dedim.
Ertesi gün hazırdım. İyi çalışmıştım. Mustafa beş liraya iki kitap sattı bana. Sermayem bu kadardı. Akşama on kitap ile eve dönmem tamamen yeteneğime bağlıydı. Sinemanın girişinde oluşturulan bir kısımda insanlar ayaküstü, ellerindeki demir paraları kitapların üzerine kondurmaya çalışıyorlardı. İşlerini iyi yapabilmek için bin bir türlü şekle giren vücutları, seyirlik bir durum oluşturuyordu. Şöyle etrafa iyice bakındım. Bizim bloklardan kimse yoktu. Kendimi bir üst sınıfa atlamış hissettim o an. Büyük... Elimdeki kitaplara atmaya talip birisi çıktı sonra. Oğlan iki atışta iki kitabımı da aldı. Param da kitaplarım da gitmişti. Mustafa da aynı durumdaydı. Bizden daha çalışkanları, isteklileri çıkmıştı karşımıza. Tam bir hüsranı yaşıyorduk. Kitapsız, sermayesiz eve döndük. Mustafa:
- Bir şeyi unuttuk.
- Neyi?
- Kitapların üstünü kayganlaştıracaktık. Bu benim hatam.
    Ertesi gün iki kitap daha aldım Mustafa'dan. Bu seferkilerin üzeri kaygandı. Atılan paranın kitap üzerinde durması mümkün değildi. Ama atıcılar kaygan zemine rağmen yine tutturdu. İnsanlar çalışıyor, yaptığı işi önemsiyordu. Bir insan, kaygan kitap zeminine bile para kondurabiliyorsa, doktor da mühendis de olabilirdi... Bütün paramı kitaba verdiğim için atış yapamadım. Yapsam da tutturamazdım. Çok çalışmalıydım. Bu işler kolay değildi. Emek, çaba, alın teri gerekliydi. Moralim çok bozuktu. Benden bir şey olmazdı. Mustafa bana eliyle birisini işaret etti:
- Bak şu abiyi görüyor musun? Bu işten çok kazanıp kendine motor almış. Yaa!
Bu örnek bile yerlere düşüp dağılmış hevesimi toparlamaya yetmedi. 
Eve döndüğümde bahçedeki arkadaşlar, kurma kolları boşalmış ve biraz da yorulmuş halleriyle toplu saklambaça adam arıyorlardı.  Bir tanesi "Kaç zamandır neredeydin?" diye sordu. Onlara kitaba para kondurma oyunundan bahsettim. Güldüler... İleride öğretmen olacağı ta o zamandan belli olan arkadaş:
- Beş liraya on ekmek alınır. Bu durumu annen biliyor mu?
Zaten iliklerime kadar hissettiğim memur çocuğu kimliği yine yüzüme vurulmuştu. Haklıydılar. Belki de üçüncü katta oturmak beni şımartmıştı. Her ne kadar çocuk olsam da hayallerimin sınırlarını dizginlemeli, nereden geldiğimi unutmamalıydım. Bahçemizi çevreleyen duvarların arasında oluşan mütevazı yaşam içinde, sahip olduklarımızın kıymetini bilerek... 
O sırada bağırarak yaklaşan sireniyle bir itfaiye aracı belirdi yukarı blokta. Herkes sirk görmüş gibi koştu o tarafa, merakla... Bu koşuşturmanın arasında yerinden kımıldamayan bir tek ben vardım. Annem de balkona çıkmış sesin geldiği yere doğru bakıyordu. Sonra beni gördü. Hep görmek istediği yerdeydim. Arkadaşlarımın arasında, bahçede... O bana seslenmeden ben ona seslendim, öylesine: 
- Anneeee!
- Ne var?
- Hiç...