Türkiye'yi ve dünyayı anlamaya çalıştığım hayatımın ilk gençlik yılları olan 1970'lerin ortalarından bu yana hep duyduğum şey, Türkiye'nin gelişmekte olan bir ülke olduğudur. Bunun öncesi de vardır ama benim hatırladığım kadarıyla en azından elli yıldır sürekli gelişen ama bir türlü gelişemeyen, gelişmiş olmayı bir türlü beceremeyen ülke olmaya devam ediyoruz. Yıllardır bu defa tamam, artık gelişmiş ülkeler ligine geçiyoruz dediğimiz bir anda karşılaştığımız bir krizle başladığımız yere dönüp durduk. Adeta iki ileri gittiysek arkasından bir geri gelmek zorunda kaldık. 
Türkiye'nin geldiği yerin kırk elli yıl öncesi gibi olmadığını düşünerek bu düşünceme katılmayanlar elbetteki olacaktır. Ancak benim söylemeye çalıştığım, Türkiye'nin hep yerinde saydığı, hiçbir gelişme göstermediği değil tabii ki. Bir çok alanda eskisi gibi olmadığı, tarım, sanayi, ulaşım, sağlık gibi bir çok sahada geçmişle kıyaslandığında büyük gelişmeler gösterdiğimiz gerçeğini kim inkar edebilir. Ama söylemeye çalıştığım başka bir şey. 
Ülkenizi başkalarıyla değil de kendisiyle kıyaslıyorsanız aradan geçen süre içinde elbette geliştiğinizi, büyüdüğünüzü söyleyebilirsiniz, ancak bu durum sizi gelişmekte olan ülke olmaktan kurtarmıyor. Her halükarda bir miktar ilerlemiş oluyorsunuz ama rakipleriniz de sürekli hareket halinde olduğu için aradaki mesafeyi bir türlü kapatamıyor, hatta eğer rakiplerinizden daha yavaş hareket ediyorsanız mesafe daha da açılıyor demektir.  
Bu durum sadece Türkiye'ye mahsus değil tabii. Batı dünyası diye tabir edilen ABD ve Batı Avrupa ile Japonya'nın dışında neredeyse tüm dünya için geçerli bir realite. Yarım yüz yıldır bu döngünün dışına çıkabilen ülke Çin ve Güney Kore ile adı anılmaya bile değmeyecek kadar önemsiz Singapur, Yeni Zelanda gibi bir iki eski İngiliz müstemlekesi. Çin'in bir buçuk milyarlık nüfusuyla, neredeyse karın tokluğuna çalışmak zorunda olduğu için dünya kapitalizminin üretim merkezi haline getirilmiş olması, G. Kore'nin ise Kuzey'e karşı desteklenmesi gibi özel durumları var. Onun dışında Hindistan'dan Meksika'ya, Endenozya'dan Brezilya'ya kadar bir çok ülke, her birisi akıl almaz doğal ve beşeri zenginliklere sahip olmalarına karşın bir türlü "gelişmekte olan ülke" durumundan kurtulamıyorlar.   
Batı dünyası iki, üç asırdır dünyanın büyük bir bölümününde işlediği soygun ve talanla biriktirdiği sermayeyi kullanarak, bizim gibi giderleri gelirlerinden fazla olduğu için bütçesi sürekli açık veren, dolayısıyla yabancı sermayeye eli mahkum ülkeleri kontrol altında tutuyor. İstediği anda (ya da uslu çocuk olmayıp, burunlarının dikine gitmeye kalkıştıklarında demek daha doğru olur) o ülkelerde ekonomik krizler çıkartarak, oluşturduğu siyasi istikrarsızlıklarla iktidarları kendisine bağımlı hale getiriyor. Bu ülkelere borç veriyor, ya da yatırım adı altında karlı sektörlere giriyor, herhangi bir konuda o ülkenin iktidarı ile ters düştüğünde parasını çekerek ekonomik darboğaza itebiliyor.      
20. Yüzyılda insanlığa yaşattığı iki büyük dünya savaşından dersler çıkartan Batı, kurduğu yeni düzenle kendi içinde savaşları sona erdirmiş, ancak savaşsız da yapamayacağı için bunu öncelikle İslam dünyası olmak üzere dünyanın geri kalan kısmına ihraç ederek, bu ülkeleri başta savaş araç gereci olmak üzere sanayisi için bir pazar olarak kurgulamıştır. Bu kurgu o günden bu yana büyük ölçüde sorunsuz devam etmektedir. 
Küresel sistem açısından Türkiye, hem yer aldığı coğrafyası, hem de tarihsel ve kültürel mirası nedeniyle bu kurguda (planda) her zaman önemli bir yer işgal etmiştir. Çok partili hayata geçildiği 1950 sonrasında ABD'den aldığı yardımla iktisadi olarak kısmi bir atılım ve gelişme göstermiştir, ancak aradan on yıl bile geçmeden yaşanan siyasi krizler sonucu bu gelişmeye ket vurulmuş, darbe ile bu döneme son verilmiştir. 1960'tan sonra gelen iktidarların başlattığı kalkınma hamleleri de adeta kronik hale gelen siyasi krizlerle kesintiye uğramıştır. Neredeyse elli yılın özeti bu şekildedir; "Önce kısmi bir kalkınma ve refah seviyesinde bir artış, sonrasında siyasi istikrarsızlık ile devamında ekonomik kriz sonucu kalkınma yıllarında güçlükle biriktirilen her şeyin kaybedilmesi ile başa dönülmesi" şeklinde, iki binli yıllara böyle gelinmiştir. 
2001 krizi sonrasında ülkeyi yöneten partilerin üçünün de sandığa gömülmesiyle iktidara gelen Ak Parti kadroları, geçmişte yaşadıkları tecrübe ile ülkenin bu kısır döngüden kurtulabilmesinin sadece ekonomik kalkınma ile olmayacağını bildikleri için devrim diyebileceğimiz siyasi reformlarla, siyasi krizlerin kaynağı olan vesayetçi düzeni sona erdirmişlerdir. Kabul etmek gerekir ki, bu başarıda reformlara direnen içerideki asırlık statükoya karşı AB'nin Ak Parti hükümetlerine sağladığı siyasi ve ekonomik desteğin payı büyüktür. 
2010 yılından sonra eskisi gibi AB'yi dinlemeyerek kendi yolunu çizmeye kalkışması nedeniyle zaten iktidarın hep gizli ajandası olduğundan kuşkulanan Batı, "dayılığın köprüyü geçene kadardı" diyerek kendilerini kandırmış olduğunu düşünmeye başladı.  Bundan dolayı 2013'te "Gezi" ile başlayan iktidar muhalifi bir dizi kalkışmaya verdiği destekle olayların daha da büyümesi ve iktidarın burnunun sürtülmesi için elinden geleni yaptı. Hemen arkasından darbeciliklerine alıştığımız laik bürokrasinin aksine bu defa dini görünümlü bürokrasinin siyasete başkaldırarak önce yargı eliyle hükümeti devirme girişimi, başarısızlığa uğrayarak tümüyle tasfiye edileceğini anladığında da adeta bir intihar dalışı yaparak neredeyse gündüz gözüyle kalkıştığı ihanet, içeride büyük bir korku ve öfke yaratırken, bugüne kadar bunun bir darbe girişimi olduğunu kabul etmeyen yine aynı Batı olmuştur.  
Darbe girişiminden sonra, 15 Temmuz travmasının etkisiyle statükocu güçlerle girilen ilişki, iktidarın irtifa kaybına sebep olurken, ekonomide ise neredeyse yirmi yıllık bir emeğin heba olması ile karşı karşıya kalınmıştır. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan, yaklaşık altı ay önce radikal bir kararla küresel sistemin cari iktisat anlayışına meydan okuyarak, farklı bir yol izleyeceğini açıklamıştır. 
Tüm dünyaya kabul ettirilen iktisat anlayışının tam tersi olduğu için heteredoks bir yöntem olarak nitelendirilen bu tercihin uzun vadede ne getireceği tam olarak kestirilemiyor. Ama Türkiye için başka da bir yol yok gibi görünüyor. Ya yazının başında belirttiğim "iki ileri bir geri" sistemine boyun eğerek, önce biraz kalkınma, sonrasında yaşayacağımız kriz ile, kalkınma yıllarında büyük özveriyle biriktirdiklerimizi bir kaç haramzadeye yedirme şeklindeki o kısır döngüye yeniden döneceğiz ve dünya durdukça hep gelişmekte olan ülke olarak kalacağız, ya da bu çemberi kırıp yeni bir düzen kuracağız. 
Peki, bu iş öyle kolay mı? Kesinlikle zor. Küresel sistemin acentası olarak bugüne kadar varlığını sürdürmüş olan tüm kurum ve kuruluşlar, konunun uzmanı olarak bilinen tüm yazar çizer takımı o günden beri girilen yolun yanlışlığını söyleyip duruyorlar. Herkes ister istemez etki altında kalıyor, hatta bir başarısızlık yaşanırsa bunun günahına ortak olmamak için bu dönemde sorumluluk üstlenecek adam bulmakta bile zorlanılıyor. 
Yeni ekonomik programın en büyük şanssızlığı iki yıl boyuca yaşanan pandeminin yaraları sarılırken, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırmasıyla enerji fiyatlarının iki katına çıkmış olması. Döviz kurunun da yükselmesi ile bize yansıması üç dört katına çıkıyor. Seçime bir yıl gibi kısa bir süre kala böyle bir risk almak çok fazla seçenek kalmadığının göstergesi. Altı ay gibi bir süre zarfında eğer bir rahatlama olmaz en azından rahatlama emareleri görülmezse programı sürdürmek imkansızlaşacak. Bunu muhalefet de bildiği için eldeki her türlü vasıtayı kullanarak iktidarı adeta yaylım ateşine tutuyor. 
Peki, başarılı olmazsa ne olacak diyenlere ironi ile diyorum ki, çok fazla endişe duymaya gerek yok, zira değişen pek bir şey olmayacak. Zaten alışılmışın üstünde, neredeyse iki katı bir süre siyasi istikrar yaşamışız. Normalde eski düzene göre bu yirmi yıllık zaman zarfında iki kriz yaşanması gerekiyordu. O yüzden çok fazla bir kayıp olmayacak, hatta bu defa üç ileri bir geri gittiğimiz için fazladan bir adım kardayız demektir.