Ankara, memleketin başkenti olduğunu bildiğim, adını sıkça radyo, televizyon ve gazetelerden duyduğum bir şehirdi. Çok uzaktı bana... Ülkenin yönetildiği yerdi orası. Adına türküler yakılan, zeybeklerin etrafında döndüğü, en zor zamanlarda umutların yeşermesi için gözlerin çevrildiği, kulakların, iyi haber umutlarıyla dikkat kesildiği, ajanslarda adı geçince etraftaki herkesin susturulduğu, o müstesna ve bir o kadar masalsı şehir... Üniversiteyi kazanmamla birlikte, mecburen gidip, havasını koklayıp suyunu içmek zorunda kalacağım, kısa da olsa yaşamımın en zinde kısmını geçireceğim bir kentti Ankara. 
On yedi yaşında bir memur çocuğu olarak, daha çok büyümem, adam olmam gerekiyordu... Zira tek başıma, gurbette zor günler beni bekliyordu. Hele de bir erkek çocuk olarak sızlanmak, mızıldanmak hiç olmazdı. Bu yaşa gelene kadar, kendi ayaklarım üzerinde durabileceğimi gösteren birçok faaliyeti özgeçmişime eklemiştim zaten. En çok da, teyzemin yanında başarı ile takip edip, geçer not aldığıma inandığım pazar alışverişlerine güveniyordum. Ayşekadın fasulyesini bulabilmek, Ürgüp'ün patatesini ayırt edebilmek, şekerpare kayısıyı seçmek, Oğuzlar cevizini kabuğundan tanıyabilmek, her babayiğidin harcı değildi. Su, sakız satarak, tartıcılık yaparak, tuğla ocağına giderek, kâğıt torba yaparak, hatta bayram yerinde bisikletimi kiraya vererek de güzel işler çıkarmıştım. En önemlisi de bu edindiğim paraların kuruşuna bile dokunmadan babama götürüp, onun takdirini ve güvenini kazanmıştım. İşte bu yüzden, çocuklarının okuması için ceketini satanların hikâyelerini hep kulak ucuyla dinledim.
Ankara'da kalacak bir yer bulmak, üniversite sınavından daha zordu o yıllarda... Devlet yurdu imkânları sınırlıydı. Hele ilk sene mümkün değildi. Özel yurtlarda ise, merkeze yakın olanların yanına yaklaşılmıyordu. Kaf dağının bu kadar yakınına gelmişken, yokuşundan, rüzgarından, yalçın kayalarından yılıp, şevkimi kırmaya hiç niyetim yoktu.  Uzun ve sabırlı arayışların sonunda babamı da beni de üzmeyecek bir yurt buldum. Ankara'nın bağırsaklarının bittiği bir yerde, gece konduğu her halinden belli, on dört katlı özel bir yurt. Yurdun imkânlarını enine boyuna inceleyecek ne zamanımız ne de durumumuz vardı. Camlarında perde yoktu ama her katında tuvalet ve banyosu mevcuttu. Kapora, senet sepet de istemediler. Eve bir kahraman edasıyla sevinerek döndüm. Olanı biteni heyecanla anlattım. Babam: "Aferin, hadi hayırlısı" dedi. Yurdun maliyeti babamı üzmemişti. Ben de en çok buna sevinmiş, bir an önce okulun açılmasını beklemeye koyulmuştum.
Yurda yerleşmeye babamla gittik. Annem bir sünger yatak çevirdi bana. İki tane de yastık yüzü... Yolluk da yapmış. Bir yandan okuyup üflerken bir yandan gözyaşlarını silmeye çalışıyordu. "Üzülme anne, bir tek ben değilim ya! Hem başkente gidiyorum, Fizan'a değil! Otobüsle dört saat..."
Yurda vardığımızda, babamın düşen suratını toparlamak istedim:
- Yurt güzel.
Yurdun gri görüntüsü ve burnuma gelen küf kokusunun, babama da ulaşmasını istemezcesine giriş kısmından daha öte geçmedik. Ömrünü, ailesine, evlatlarına adamış bir insanın, omzunun düşmesini, ağzından çıkacak kelimelerin belli belirsiz sağa sola savrulmasını görmek istemedim. Buna izin vermemeliydim. Çünkü o bir devlet memuruydu. Hep net ve kesin konuşurdu. Vedalaşmayı kısa kesmek istedim. "Devlet yurdu yakında çıkar zaten" dedim. Sarıldık ve babam gitti. 
Artık tek başımaydım. Yurt görevlisi en üst katta on beş somyanın istif edildiği büyük bir odaya götürdü beni. Dolap yoktu. Üç dört öğrenci, somyalara yataklarını seriyor, akşama hazırlanıyorlardı. Onlar benden önce kabullenişe geçmişlerdi. Razılık durumu o kadar belirgindi ki kimse o soruyu sormadı. Yurt görevlisi açıklama yapmasa, kimse de ağzını açmayacaktı.
"Aşağı katlarda tadilat devam ettiğinden bir süre burada kalacaksınız." 
Anadolu'nun farklı illerinden gelen, aynı sıcak anne nasihat ve duaları, henüz üzerlerinde soğumamış on beş genç... Üniversite hayallerini gerçekleştirmeye çok önemli bir adım atmışken, okumak, hayatlarının en önemli öznesiyken, kaldıkları mekânın isi pası gözlerini korkutmuyordu.
Görevli, lambanın düğmesini gösterdi. Zaten gösterecek başka da bir şey yoktu. Kahvaltının sabah yedide başladığını söyledi, gitti. Kimi ziraat mühendisliği, kimi makina mühendisliği, kimisi de eğitim fakültesi kazanmış bir oda dolusu delikanlı, işin büyük kısmını geride bırakmanın rahatlığını yaşıyordu. Yorgunluk ise gözlerindeki umudun üzerini örtemiyordu. Sonra içimizden birisi söze başladı:
- Arkadaşlar merhaba ben Orhan. Adanalıyım. Bana kısaca sıfır bir diyebilirsiniz. Gördüğünüz gibi biraz kiloluyum. Bu somyanın telleri zayıf, beni taşımaz. Telleri daha sağlam olan birisiyle değişebilir miyiz?
Ben, Adanalı’nın yarısı kadardım. Hemen atladım:
- Değişelim.
- Allah'ına kurban kardeşim. Sağ olasın.
Değiştik. Sonra sırasıyla herkes kendini tanıttı. İsimlerden çok memleketleriyle seslenmeyi tercih ettik.  Belki de daha "bizden" duygusunu hissettirdiği için... Kocaelili'ye kırk bir, İzmirli'ye otuz beş Kütahyalı 'ya otuz yedi diyorlardı. Çorumlu getirdiği yarım kilo leblebiyi ikram etti. Kocaelili pişmaniye servis etti. Sonra tatlı bir sohbet... Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi... Işık söndü ama muhabbetimiz devam ediyordu. Neye, niçin olduğunu bilmeden gülüyorduk. "Işığı kim kapatırsa, somyasına sağ salim geri döner?" "Düğmeyi bulan arkadaş Edison'un icadına ortak olmuş diyebilir miyiz?" "Aramızda para toplayıp duşa perde alsak, patrona ayıp olur mu?" Konuşmalardaki mantığı, kimse aramak istemiyordu. Karanlığın içinde duyduğumuz ses, kimden, ne amaçla gelirse gelsin, kulağa hoş geliyordu. Kimseden ses çıkmayıp uykuya daldıklarını düşündüğümde, somyaların tellerinin çıkardığı tuhaf gıcırtılara takıldım. Kendimi tutamayıp, ama sessizce, yine gülüyordum...
Yalnız kalmamanın mutluluğuydu bizimkisi... Bir annenin diğer odadan seslenmesi gibi, evde gibiydik... Hatta birisi "yan odada annen, baban, kardeşin var" dese hiç tuhaf gelmeyecek, inanacaktık... 
Bizim oda, sabah kahvaltısında tam kadro birlikteydik. Yurt ücretinin içerisinde olan sabah kahvaltımız, akşamki gülüşlerimize kaldığımız yerden devam etmemize ortam sağlıyordu. Zira tabaklarımıza konan ince bir peynir parçası ile dört zeytin ancak şaka olabilirdi. Karadeniz şivesi ile altmış bir devreye girdi: "Ha buni anladuk da kahvalti nerededur?"  Tam gülecektik ki yirmi beş: "Yurda kaç kuruş verdiz de ne istiyorsuz?" Bu şive Karadenizlininkinden daha komik geldi, bastık kahkahayı... O sırada sivri topuklu, elinde tespih, gömleğinin düğmeleri açık birisi girdi içeri. Bizimle ilgileniyormuş gibi yanımıza yaklaştı. Bıyıklarını sıvazlayarak söze başladı: "Bu yurt hepimizin. Ben abiniz olarak hep buradayım. Her hangi bir sıkıntınız, arzunuz olursa çekinmeyin. Nasıl, yurdumuzdan memnun kaldınız mı?" 
Patronun oğluymuş. Yurt, ondan soruluyormuş. Zamanında babası, Kırıkkale'deki tarlalarını satıp, Ankara'da arsa almış. Sonra nasıl becermiş bilinmez, birkaç ay içerisinde, on dört katlı bu yurt binasını konduruvermiş. Patron oğlunu okutmamış. "Gerek yok!" demiş. Yurdun başında durarak, mühendislik, avukatlık, tıp okuyanların arasında zaten bir yandan, dolaylı da olsa eğitimden nasibini alabileceğini söylemiş durmuş. Hatta ileride, yurt işini yürütebilirse, dershane işine de geçebileceğini öğütleyerek oğlunu daha da iştahlandırırmış.
Küçük patronun gözü tabaklardaki numunelik zeytin ve peynire takıldı: "Zaten kahvaltıyı da bitirmişsiniz!" dedi ve sonra birden ilk gün için yeterli samimiyeti kurduğunu düşünerek "Hadi eyvallah!" diyerek gitti.
O gün, okullarımızın duvarlarını, havasını, suyunu ve ulaşım imkânlarını test ettik. Sınıf arkadaşlarımız ve hocalarımızı isimleriyle öğrenmeye çalıştık. Çünkü cemiyet hayatı, isimle çağrılmayı kabul ederdi. Toplumda, birey olarak yer bulmak önemliydi. İnsanların nazarında, zamanla, işimiz gücümüzle ayırt edilip, belirginleşecektik. İsmimizin akılda kalıcılığı da bu sırayı takip edecekti. Bir ömür boyu, altında kendimizden başka kimsenin barınamayacağı o müstesna yapıyı, "birey" çatısını oluşturmaya çalışacaktık. İlmek ilmek, adım adım...
İkinci akşam yurda daha sağlam gittim. Odanın hemen hepsi akşam yemeğindeydik. Bir tek otuz sekiz yoktu. Geç saatte geldi yorgun argın. Kayseri'den bir tanıdıklarının arka sokakta bir bakkalı varmış. Boş zamanlarında orada çalışmak için anlaşmış. Adanalı bunu duyunca lafı yapıştırdı: "Kayserili'yi bilirdik de, bu ne hız kardeşim! İkinci gün adam iş buldu kendine. Çaylar otuz sekizden..."
Metal bardaklarda çayımızı yudumlarken hepimiz, çıktığımız yolda yalnız olmadığımızdan emindik. Anadolu'nun dört bir yanından gelmiş, birbirinin adını bile bilmeyen gençlerdik. Bir yapbozun parçaları gibi Ankara'da bir araya gelmiştik. 
Ertesi gün annemi aradım. "Nasılsın?" diye sordu.
On beş kişilik odada kaldığımdan, duşlarda perde olmadığından, dört zeytinden, küçük patrondan bahsetmedim. Ona, doğduğumdan beri içinde bulunduğum ama yeni farkına vardığım büyük ailemin üyelerini, Trabzonlu, Kayserili, Kocaelili, İzmirli, Adanalı, Erzurumlu arkadaşlarımı anlattım. Ellerinden öpüyorlar dedim.
Ertesi yıl devlet yurduna geçebildim. Orada da yeni arkadaşlarım oldu. Mardinli, Bolulu, Vanlı... Üniversite tahsilim boyunca, hepsi ayrı bir renk, ayrı bir hikaye olan, yeni üyelerini tanıdım ailemin. Dağıldık sonra, görüşemedik de... Ayrılık da değildi bizimkisi. "Orda bir köy var uzakta" diye başlayan şiirin sözlerini düşündüm sonra. Uzakta olsalar da, hep benimle olduklarını bildiğim insanlardı onlar. Görmesem de, konuşmasam da...
Yıllar sonra, öğretmen olup atandığım okulda, kayıt döneminde görevliydim. Velilere dosya üzerinde bulunan standart soruları soruyordum. Her kayıtta, bir soruda takılıyordum:
- Eviniz kaç oda? 
Bu soruya hiç doğru cevap veren çıkmadı. Bilmiyorlardı... Bir gün gelip tanışacakları,  yan odalarındaki büyük ailenin fertlerini, henüz görmemişlerdi.