Son zamanlarda, mısır patlağı gibi çoğalan bir pazar ortamı türedi memlekette:. "Yeni Nesil Kahvecilik!..…" Bir kahvenin kırk yıl hatırının olduğundan haberi olmayan bir sürü insan, genellikle de gençler doldurmakta söz konusu mekânları. Elli yaşına gelmiş ama gençliği de kimselere bırakmak istemeyen ben, dünyadan bihaber olmamak için soluğu bu mekânlardan birinde aldım.

Mekânın iİçerisi çok geniş ve çok rahat. İşçilik, konfor, malzeme, dekorasyon, dizayn… Yıkılıyo!.. Boş masa yok; ama daralmıyorsun. İlk kez geldiğimi fark eden, pazarlama derslerini ziyadesi ile almış bir eleman, beni yanına çağırdı. Bir bar taburesine, tezgâhın yanına oturttu. Konuşmaya, tanıtıma başladı. Kolombiya'dan girdi, Şam'dan çıktı. İstanbul vapurlarında, "İşte şu elimde görmüş olduğunuz" diye başlayan süslü, şatafatlı kelimelerle satış yapmaya çalışan işportacılar aklıma geldi. Müşteri olarak en zor olanı, ne içeceğime cevap vermek oldu. Başında "kafe" devamında hiç duymadığım bir tamlama ile biten isimler hakkında hiçbir bilgim yoktu. Eleman saymaya devam ederken ansızın "Bu olsun!" dedim. Rahatlamıştım… Hangisi demedi Allah'tan.

Öyle şeyler dinledim ki yapılan kahve hakkında, sanki Albert Einstein uzun seneler bu konuda uğraşmış ve tam kahveyi bulacakken kazara atomu parçalamış! Beğenmediğim hissini yansıtmamak için tüm tiyatral mimiklerimi kullandım. Kahveye teğet geçen acı bir tat sadece. Birazdan gelecek "Nasıl?" sorusuna, çağdaş bir birey gibi cevap vermeliydim. Bu tatlara kapısı kapalı, dünyadan bihaber ve klaâsik yaşlı gözükmemeliydim. Üretmek ve satmak düşüncelerinin
hantallaştırdığı obez dünyanın masum beklentisine, olumlu yanıt vermeliydim. Hatta yanına, ne idüğü belli olmayan bir de tiramisu almalıydım.

-Nasıl?

-Beğenmedim. Bunun kahve olduğuna emin misiniz?

-Ama efendim bu Kolombiya'dan…

Fazla uzatmadan, hesabı istedim. Fiyatı yadırgamıyormuş gibi yapmak, kahveyi beğenmiş gibi yapmaktan daha zormuş. Yok artık! Düşündüğüm şeye bak! Çağdaş insanlığa bir adım atmışım, yeni dükkân konseptine, Kolombiya'lı hemşehrilerimize ve taâ oradan buraya gelene kadar birçok garip gureba insanın üç- beş kuruş kazanmasına vesile olmuşum… Daha ne! Utanıyorum…

Yeni nesli, kahvesini yudumlarken ardımda bırakıp, çarşıya, arastaya daldım. Ağzımda Kolombiya acısı, Tıkı'nın kahveye geldiğimde öğle sonuydu. Henüz Güngörmüşler ortalarda yoktu. Olsalardı, köşede ki yerlerinde, hararetli muhabbetleri, gündemin mevzuları havada uçuşurdu.

Daha söylemeden çayım geldi önüme. Tek şeker… Biliyorlar beni. Bir arkadaşı gördüm, seslendim: "Çay alayım!" Geldi, oturdu yanıma. Konuştuk dereden tepeden… Yanda ki amca tuşlu telefonunu gösterdi. Açamıyormuş. Torunu kurcalarken olmuş. Anlattı, dinledik… Arkadaş halletti sorunu. Sevindi adam. Simitçi geldi birazdan. Sormadı, koydu masaya bir tane. "Abi, fırından şimdi çıkmasa getirmezdim, bir bak şuna, beğenmezsen para verme!" Arkadaşla bölüştük. Az sonra Güngörmüş üyeleri gelmeye başladılar. Önce Selamün Aleyküm dediler. Sonra da, "merhaba" ile devam ettiler. Bir zamanlar Çorum'da, bulundukları konumlarda köşe taşı olan bu insanları bir arada görmek çok güzel. Keyifle ve saygıyla kulak kesiliyorum onlara. Ben onlara, "kahve kültürünün adaâb-ı muaşereti" diyorum. Sesini yükselten, argo konuşan yok. Bir tanesi beni tanıyor, takdim ediyor yanındakilere… "Belediyeci Muammer'in oğlu" diyor. Birçoğu babamı tanıdıklarını ve Ona benzediğimi söylüyor.

Kahvenin avlusunu örten asmanın altında, gösterişsiz, tahta sandalyelerde, her gün, çayın tadını almaya çalışan insanlar görürsünüz; içlerindeki beklentiyi, bakışları, konuşmaları ve hareketleriyle ifade eden…

İkinci çayları Güngörmüşler söyledi. Teşekkür ettim. Son yudum ile, ağzımdaki Kolombiya acısı tamamen silimişti.