Yüksek dağın yamaçlarında bir taş vardı. Güneşi ilk o görür, yağmurun tadını ilk o çıkarırdı. Uçsuz bucaksız, bereketli topraklara, hiç bitmeyen panayır tadında bir manzaraya bakardı hep… Kuşlar üzerinde dinlenmeye, böcekler, solucanlar, karıncalar, kelebekler, her bir komşusu onda dertlenmeye, sıkıntısını onda gidermeye gelirdi. Birçok aşkın başlangıcına, hüznüne, mutluluğuna şahitlik etmişti. Coşkularını, sevinçlerini üzerinde taşımış, onlara ortak olmuştu. Taş, içinde bulunduğu bu hareketli ve bir o kadar renkli dünyadan zaman içerisinde sıkılmaya başladı. Etrafında öten kuşların sesleri kabak tadı vermeye, böceklerin, kelebeklerin, sincabın dertlerini sürekli dinlemek usandırmaya başladı. Vadinin iç kısımlarındaki yeşili görüyor, içten içe oralarda olabilmeyi, tutunabilmeyi, orada yaşamanın daha iyi olabileceğini düşünüyordu.
Bu konuda yaşamına yön vermesini sağlayacak, elinden tutacak, taşınmasına, nefes almasına yardım edecek, kendisini vadinin aşağılarına götürecek birilerini arıyordu artık… İlk olarak yağmura seslendi:


_Yağmur kardeş, bana, şu vadinin aşağısına taşınmama yardım eder misin?
Bu isteği, ona en yakın olan böcekler, karıncalar duydu ve diğer komşulara söylediler.  Sözcü olarak yılan geldi:
_ Hayırdır kardeş! Neyin taşınması bu?
_ Yok! Beni yanlış anlamayın komşularım. Mesele siz değilsiniz. Sıkıldım buralarda. Daraldım… Farklı bir yerde, nefes almak istiyorum sadece. Becerebilirsem gitmeyi oralara da gelirsiniz. Yine görüşürüz.
Yağmur, bu isteğin henüz mümkün olmadığını, bir süre daha beklemesi gerektiğini, bahar yağışının bile tek başına yeterli olamayabileceğini, rüzgârdan da yardım istemesi gerektiğini söyledi.
Taş, isteğini, rüzgârın ters estiği bir zamanda sordu. Rüzgâr bu isteğe çok sinirlendi: "Kulaklarıma inanamıyorum! Bulunduğu yeri beğenmeyen bir taş ha! Bana bak kardeş. Biz keyfimize göre mi esiyoruz sanıyorsun? Her şeyin bir yeri, zamanı var! O zamanı ben de bilmiyorum. Bundan yüzyıllar önce, senin yanında bir taş daha vardı aşağılara yuvarlanan… Ama o hiç senin gibi mızıldanmadı. Hatta içinde kaldığı sonuç onu çok üzdü. Tutunduğu zemin zayıfmış. Yağmurla benim şiddetime dayanamadı… "
"Yüzyıllar mı?" diye düşündü taş… Bu kadar beklemek! Aklı almıyordu böyle bir zamanı. İşi Allaha kalmıştı… Yakarmaya başladı içten içe… Ve sanki mesaj yerine gitmiş gibi ertesi gün, oralarda çoktandır görülmeyen bir yağmur başladı. Fırtına, yağan yağmurun da etkisiyle taşı yerinden oynatmayı ve kaydırarak vadi yatağına doğru yuvarlanmasını sağladı.
Sabah, gün ağarmasıyla, yeni adresinde, yukarıdan bakarken, hep içinden geçirip, bir türlü ulaşamadığı yeşil vadinin en güzel muhitine yerleştiğini gördü. Gözlerine inanamıyordu. Bir mucize gerçekleşmişti. Yüksek yamaçta, koptuğu yerde açılan derin boşluğu görebiliyordu. "Vay be!" dedi… İçinde bulunduğu ruh halini anlayamıyordu. Hayret, şaşkınlık, sevinç. Hepsi iç içe geçmiş duygular… 

Şaşkınlığı atmak isteyen gözlerle etrafına bakınırken, yeni komşularının hareketliliği gözüne çarptı. Bir hareket, bir koşturmaca… Evet! Burası daha hareketliydi. Sanki kimse onu görmemiş gibiydi. Seslenecek kimselere bakındı. Kimse oralı değildi. Bulunduğu yerde ki en iri taştı ama bakan yoktu. Nice sonra yaşlı bir kaplumbağa geldi yanına:
"Niye geldin buraya?"
Bu nazik ve misafirperver soruya nasıl cevap vereceğini bilemedi! 
"Yağmur yağdı."
Yaşlı kaplumbağa, ağır konuşmasının altında bir bilgeliği de saklıyor gibiydi. Taşın canını sıkacak konuşmasına devam etti.
"Bak kardeş! Biz senin gibi neler gördük… Sen istemedikten sonra, ne yağmur ne de kasırga… Yerinden oynatamaz seni!..." 

Taş, kaçamak cevaplarla kaplumbağayı geçiştiremeyeceğini anladı. 
"Bulunduğum yerden sıkıldım" dedi ve kopup geldiği yüksek yamaçta açılan boşluğu işaret etti. Kaplumbağa bir yüksek yamaca baktı bir de taşa… Sonra gitti.
Ertesi gün, yeni komşuları merakla yanına gelmeye başladılar. Onları güler yüzle karşıladı. "Buyurun" dedi. Konuşmaya solucan başladı:
_ Senin, şu yüksek yamaçtan kopup geldiğin doğrumu?
_ Evet…
Sansar devam etti: "Biz hepimiz oranın hayalini kuruyoruz. Gidebilsek, görebilsek diye düşünmediğimiz gün yok."
Sincap: "İnanamıyorum sana! Şakamısın sen? Bizim buralarda nelerle cebelleştiğimizi biliyor musun?  Bu kalabalık çalıların, ağaçların arasında çok mu rahat görünüyoruz.

Rakun: "Sen şimdi burada herkesin yağmurdan, rüzgârdan ve güneşten eşit faydalandığını mı sanıyorsun! Yağmurun taşıp birçoğumuzu evsiz bıraktığını, rüzgârın sadece kuytulara insaflı davrandığını ve yüksek ağaçlar yüzünden güneşin, ışıklarını birçoğumuza ulaştıramadığının farkındamısın?
Bülbül: "Hep hayalini kurarım, senin geldiğin yalçın kayalıkların. Orası, göz alabildiğine uzanan vadiye hakim bir sahne adeta… Çıksam, şakısam oralarda, sesim tüm vadide yayılır, ulaşır uzaklara.

Toplantı kısa sürdü. Herkesin işi gücü vardı. Dağıldılar. 
Ertesi sabah, neredeyse güneşi öğlene kadar göremediğini fark etti. Yağan yağmur yan tarafından altını aşındırıyor, bu durum onu rahatsız ediyordu. Zamanla, kuzey cephesi yosundan gözükmez ve bir o kadar korkunç bir hale gelmişti. Seslerinden sıkıldığı kuşlar uğramıyor, dibine yemişlerini sakladığı sincap bile gözükmüyordu. Herkesin hayranlıkla baktığı yalçın kayalıklara, artık o da bakmaya başlamıştı. "Evet! Ben oradaydım" dedi iç geçirerek… Ertesi gün, ertesi hafta, ertesi ay… 

Yıllar geçti. Taş mutsuzdu. Yağmur yağdığında, zaruretten yanına sokulanlar olmasa, kimseleri göremeyecekti. Yamaca baktı tekrar. Rüzgâra seslendi: "Görüyorum ki beni koparttığınız yamaç hala boş. Biliyorum imkânsız ama yine de sorayım. Yerime dönebilmem mümkün mü?" 
"Dalga mı geçiyorsun. Ne utanmaz bir taşmışsın! Seni buraya indirebilmek için yağmurla beraber nasıl uğraştığımızı hatırlamıyor musun? Bana kalsa yapmazdım ama emir büyük yerden geldi…" 
Yağmur da aynı şeyleri söyledi. Tüm umutların tükendiği bir anda yanına zaman geldi. Her şeye şahit olan zaman açık ve kısa söyledi: "Bekle!"

Uzun yıllar geçti. Bir gün sabaha karşı yer gök patladı adeta. Büyük bir gümbürtü ile kopan zelzele bütün vadiyi alt üst etmiş, nasıl olduysa taş eski yerine konmuştu.
Eski yerinde, eski komşularının yanı başındaydı. Gözlerine inanamıyor, ağlamak istiyor, ağlayamıyordu… İlk ziyaretçisi, eski dostu, bilge kaplumbağa olmuştu. "Ne oldu, neye geldin tekrar; beğenmedin mi yerini?" 

"Valla neye yalan söyleyim kaplumbağa kardeş, anladım ki taş yerinde ağırmış. Benim yerim burası. Gerçi hiç umudum yoktu affedilmeye… Nasıl affedildim, ben de anlamadım. Tek kelimeyle işim Allah'a kalmıştı…"

Kaplumbağa, yine o bilge kişiliğini konuşturdu:
"İşin Allah’a kalmışsa, olmuş bil!"