Hitit Üniversitesi(HİTÜ) İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hilmi Demir, FETÖ'ye dair Karar Gazetesine değerlendirmelerde bulundu.

HİTÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hilmi Demir, Karar Gazetesinin Görüşler kısmında ele aldığı “FETÖ’ye karşı neden sustuk?” başlığı altında çarpıcı bir yazı kaleme aldı.

Hitit Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hilmi Demir “Asıl mesele bizim neden sustuğumuz değil aslında FETÖ’cü olmadıkları halde neden büyük çoğunluğun onlar için sustuğu” diyor.

İşte Prof. Dr. Demir'in o yazısı; "Çağırdıklarında gitmeyen, davet ettiklerinde sofralarına oturmayan yok gibiydi? İtiraz eden, yanlışlarını söyleyen vardı elbette. Ama oldukça azdık. Neden? Bu sorunun cevabını geçmişte olduğu gibi, 15 Temmuz’dan sonra da çok düşündüm. Geçenlerde Milli Eğitim camiasından önemli isimlerle oturup konuştuktan sonra sanırım bir cevap buldum. Anlatayım isterim.

1994 yılında asistan olarak Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi’nde göreve başladığımızda dokuz asistandık. Yalnızca bir kişi vardı: Osman Eğri, doktora yapıyordu. Gülenci olduğunu hepimiz biliyorduk. Sonra öğrendim ki Alevi olduğunu söylemiş ve rahmetli dekanımız da ayrımcılık yaptı demesinler diye onu fakülteye almış.

Geldiği ilk günden itibaren tüm mesaisini Alevilere yönlendirmişti. Çok hızlı yükseldi, sonra iki kişi oldular ve bir süre sonra da üç. Hepsi bu kadar, o kadar azdılar. Zaman geçtikçe ilin tüm bürokrasisi ve siyasileri onların etrafında kenetlendi âdeta. Benim ilk mücadelem de o yıllarda başladı. Yaptıkları, Alevi köylerine karşı yoğun ilgileri nedense beni hep rahatsız etmişti. Yurt dışından gelen Alman heyetlerinin Osman Eğri ile olan teşriki mesaileri ve köylere bitip tükenmeyen seyahatleri normal değildi. Zira Kırgızistan’da bulunduğum sırada FETÖ’nün özel kolejlerinin yabancı misyonerle ne kadar içli dışlı olduğunu biliyordum. Bu konudaki tecrübelerim ve bilgilerim beni rahatsız ediyordu. Sonra Prof. Dr. Osman Eğri oldu ve Alevi çalıştaylarının baş köşesinde yerini aldı. Diyanet İşleri Başkanlığı onun editörlüğünde Alevi klasiklerini yayınladı. Artık devlet erkânının en yakınındaydı. Sonunda “uğraşma bu adamla” diye ihtar geldi, artık susmuştuk.

Susmuştuk, çünkü bu adamın FETÖ’cü olduğunu ve asıl işinin Aleviler değil FETÖ’nün Alevilerin içine sızmasını sağlamak olduğunu ne milliyetçilere ne solculara ne de dindarlara anlatabilmiştik. Çalmadık kapı bırakmamıştık, tüm kapılar suratımıza kapanmıştı. Ben “bu adam FETÖ’cüdür, bu işleri yurt dışından aldığı talimatlarla yapıyor” dedikçe, bazen hocalarımdan, bazen idarecilerimizden azar işitiyor, bazen de yalnızlaşıyordum. O gün inanmayanlar, maklube başında devleti nasıl dönüştürdüklerinin muhabbetini yapanlar bugün kahraman oldular.

Ne yalan söyleyeyim sayı olarak azdılar ama herkes sofralarında ve yanlarındaydı. Bu yüzden yıllarım kendi yalnızlığıma sığınmakla geçti. Birkaç dost ve Çorum Türk Ocakları’ndaki arkadaşlarla sessizce “ne olacak bu hal” diye içlenerek dertleşebiliyorduk ancak. Emniyette görev yapan arkadaşlarımız sık sık “Aman hocam, sesli konuşmayın, sizi koruyamayız” diye uyarırlardı. Ama haklarını yemeyeyim, arkamızı kollamasalardı bugüne gelmek nasip olmayabilirdi.

Bir akademisyen olarak görev yaptığım üniversitemden ve Çorum’da belediye dâhil kurumlardan 15 Temmuz sonrasına kadar hiçbir konuşma daveti almadım. Susmuştuk, zira konuşmamızı isteyen de yoktu.

Bir de zaten hiç konuşmayanlar vardı. Onlar bizim gibi susturulmamıştı, aksine zaten biz konuşmayalım diye susuyorlardı. İşte asıl mesele bizim neden sustuğumuz değil, aslında FETÖ’cü olmadıkları halde neden büyük çoğunluğun onlar için sustuğudur. Uzun süre bunu anlamakta zorlanmadım desem yalan olur. Dedim ya hepsi üç kişiydiler… Ama neredeyse herkes onlarla uyum içinde hareket ediyordu. Şimdi yavaş yavaş anlıyorum. Güç, menfaat paylaşımı, şantaj hepsi olabilir ama bir şey var ki hepsinden daha önemliydi.

Bu örgüte karşı şikâyetlerimin arttığı zamanlarda kulağımı çekmek için beni çağırdıklarında sık duyduğum şu cümle her şeyi anlatıyormuş aslında: “Ne istiyorsun bu adamlardan, bak çocuklarımıza sahip çıkıyorlar”. O zamanlar anlamamıştım, daha doğrusu örgütün Türkiye içindeki gücünü çok bilemiyordum. Aynı zamanda da ben daha çok örgütün teşkilatlanmasıyla değil, ideolojisiyle ilgiliydim, buna takmıştım aslında. Geçen gün Milli Eğitim’den önemli isimlerle bir sohbet esnasında duyduklarım bu cümlenin anlamını öğretti bana. İl vermeyeceğim ama mesela büyük şehirlerimizden birinde FETÖ, öğrencilerin 180 binini okutuyormuş meğer. Özel öğretim sisteminin de yarısına sahipmiş. Dershane, okul ve yurtları da hesaba katarsanız eğitimdeki gücünü tahmin edebilirsiniz. Düşünebiliyor musunuz, gerçekten tüm ülke nerdeyse çocuklarının üçte birini bunlara emanet etmiş.

İnsanın en kıymetlisi çocukları değil midir? Biz Anadolu insanı için çocuklarımız her şeyimizdir, en yumuşak karnımızdır. “Çocuklarınızı kime emanet edebilirsiniz” desem ne dersiniz? Evet, duyar gibiyim. En güvendiklerinize tabi ki. Aslında çevremde olanlar da öyle yapmıştı. Bürokratından tutun da milliyetçisi, solcusu, dindarı ya da İslamcısı, hepsi de çocuklarını bu örgüte emanet etmişti. Okula göndermeyen dershanesine, dershanesine göndermeyen yurduna göndermişti. Tabi kiminden para da almıyorlardı. Özel okulların parası malum, muhtemelen sus payı veriliyordu bazılarına. Ben kimi kime şikâyet ediyormuşum… Şimdi daha iyi anlıyorum, çocuklarını emanet ettikleri kimselerin ülke için büyük tehdit oluşturduklarını söylüyordum. Kıyamet boşuna dershane meselesinden kopmamıştı.

Şu halde insanımız neden çocuklarını bu örgüte emanet etti? Meselenin önemli bir boyutu da burada saklı değil mi? Çünkü devletin eğitim sisteminde fen liseleri, Anadolu liseleri başarılı öğrenciler yetiştiriyordu ama uslu çocuklar yetiştirmiyordu. FETÖ, kurduğu abla ve abiler sistemiyle adeta kariyer koçluğu gibi müthiş bir rehberlik hizmeti sağlıyordu. Devletin sağlamadığı, hatta düşünmediği bir paralel sistem kurmuştu. Sorunlu öğrencilerle bile tek tek meşgul olan bu ablalar ve abiler, onlarla yatıyor onlarla kalkıyordu neredeyse. Hatta istihbarat örgütlerinin profil çalışmalarında olduğu gibi öğrenciler hakkında oldukça detaylı bir arşiv bile tutuyorlardı. KYK yurtlarında kalan bir ablanın defterine bir vesile ile göz atma fırsatı bulduğumda dehşete kapılmıştım. Her katta bir abi ya da bir abla sorumlusu vardı. Sevdikleri, nefret ettikleri, zaaflarına kadar tek tek fişlemişlerdi öğrencileri. Böylece kalbi kazanılacak olanlar, uzak durulması gerekenler ve araftakiler… Tek tek tespit ediliyordu.

Devasa okullar, yurtlar inşa etmişti devlet. Ama içini dolduracak idealist, kendisini mesleğine adamış, öğretmenler yetiştirememiştik. Devlet okulları ne kariyer sağlıyordu ne de çocuklarımızdan ebeveynlerin beklediği asgari ahlaki terbiyeyi kazandırıyordu. Her gün basın ve medyada bir devlet okulundaki şiddet olayı ile karşılaşıyorduk. Biraz maddi durumu iyi olan soluğu ya Gülen örgütünde ya da bir başka özel okulda almaya mahkumdu.

Anne ve babalar çoğu kez çocukları ile diyalog kuramazlar. Çağın en temel sorunudur bu. FETÖ’cü ablalar ve abiler bu boşluğu dolduruyorlardı. Kreşler, ana okulları, ilkokullardan itibaren kiramen katibin melekleri gibi (herkesin sağ ve sol omuzunda olup günah ve sevaplarını kaydeden melekler) örgüte eleman temini için adım adım hazırlıyorlardı insanları. Tatil kampları, umre seyahatleri, ders çalışma kampları sessizce izlediğimiz yıllarca süren uzun bir yatırımdı.

Özellikle kimsesiz, adamı olmayan, parası ve torpili bulunmayan Anadolu insanının zeki çocukları için sistem içinde kaybolmadan örgüt sayesinde yukarı doğru tırmanmanın bir yolu bulunmuştu. Kapıcılık, hamallık yapan yüzlerce insanın zeki çocukları örgüt eliyle yukarı taşındı. Elbette beyinleri yıkanarak ve örgüte sıkı sıkıya bağlı robotlara dönüşerek. “Gülen örgütüne bırakın her şeyi, onlar okutur, yetiştirir ve meslek edindirir” diyenlere inanmıştı bu anne ve babalar. Kim istemezdi ki böyle bir konforu. “Bunlar olmasaydı çocuklarımız ya ateist ya da komünist olacaktı” derlerdi. Haksız da sayılmazlardı hani. “Ateist ya da komünist olmadılar ama hâin oldular. Peki, ya şimdi ne olacak? Başarı için hızla yeni özel okullar sistemdeki boşluğu dolduruyor. Ya abiler ve ablalardan kalan boşluk nasıl doldurulacak?

Yüzlerce insanın zeki çocukları, elbette beyinleri yıkanarak ve örgüte sıkı sıkıya bağlı robotlara dönüşerek örgüt eliyle yukarı taşındı.”