İnsan; renkleriyle, boylarıyla, kilolarıyla, dış görünüşleriyle birbirinden farklı da olsa hepsi aynı hamurdan yaratılmıştır. Ama ta ana rahminden itibaren görülmektedir ki aynı fırında pişirilmemiştir. Doğduktan sonra her biri farklı ortamlarda büyümüş, değişik kültürlerle yoğurulmuş, farklı kişiliklerle toplum hayatına girmiştir.
Toplum içinde kişi sakin olduğu sürece saygı görür. Konfüçyüs'ün anlatımıyla "Susmak insanı ele vermeyen sadık bir dosttur." Halkımız öyle der; deli bile konuşuncaya kadar akıllı sanılır. Konuşmaya başladığı andan itibaren kimliği ve kişiliği ortaya çıkar.
Bir gün tuhafiye dükkanımda oturuyordum. Yolun karşısına lüks bir siyah araba durdu. İçinden badigart gibi bir adam çıktı, cezaevine doğru gitti. Ardından bir kadın indi. Görünüş itibariyle Nişantaşı sosyetesinden biri gibiydi. Dükkana geldi. Şöyle dikkatlice inceledi. Benim dükkanda onun beğenebileceği bir şey yoktur diye düşünüyordum. Bazı şeylerin fiyatını sormaya başladı. İlk eline aldığına "Şu gaçaa" dediği andan itibaren kimliği ortaya çıktı. Ondan sonrakiler de benzer şeylerdi. O Nişantaşı sosyetesi gitti, yerine Çankırı kadını geldi. Yani kadın konuşunca çözülmeye başladı.
Babam anlatmıştı. Kırklı yıllarda Laçin'in ağaları misafir bekliyorlarmış. Vali, ağır ceza reisi, jandarma komutanı geleceklermiş. Onlar bu telaşede iken jiple bir kişi gelmiş. Giyim kuşamı yerinde. Başında fötr şapka. Beklediklerimizden biri deyip buyur etmişler. Adam düzgün Türkçe ile konuştukça izzet ikram da artmış. Mevsim kış. Ama henüz Laçin'e kar yağmamış. Gelen konuk, bir ara pencereden bakıp "Bizim oralara kar yağmıştır. Henüz buralarda bir şey yok" demiş. Ağalardan birisi, nereli olduğunu sormuş. Yakındaki bir dağ köyünden olduğunu söyleyince bütün büyü bozulmuş. Kimi bağdaş kurup oturmuş, oturanlar da ayaklarını uzatıvermişler.
1969 yılında Çorum'da birkaç arkadaşla birlikte Aydın Fikirler Kulübü'nde oturuyorduk. Binanın önünde bir jip durdu. İçinden balıkçı yaka Hırkalı bir adam idi. Biraz sonra yanımıza geldi. Kılık ve kıyafeti, soğuk kuyu lastik ayakkabısı ile şoför sandık. Selam verdi, elini uzattı. "Ben, Osman Yüksel Serdengeçti" dedi. Hepimiz şoktayız. "Mabetsiz Şehir" ve "Bir Nesli Nasıl Mahvettiler" adlarındaki eserleriyle hayran olduğumuz kişi… Yandaki parti bürosuna gitmiş, kimseyi bulamayınca bize uğramış. Üstada izzet ve ikramda bulunduk Demirel'in partisinden niye ayrıldığını sorduk. Nereden geldiğini merak ettik. O da başladı anlatmaya. Aynen kitaplarındaki gibi samimi ve açık fikirli bir insandı. Onu uğurladıktan sonra kişiyi kıyafetiyle değerlendirmenin ne kadar yanlış olduğunu kendi aramızda uzun uzun tartıştık.
Şahsen beni Serdengeçti kadar giyim kuşamımda dağınık değilim ama elit tabaka kadar da özenli değilim. Defileye çıkar gibi her gün değişik kıyafetlerle dolaşmayı sevmem. Beni tanıyanlar, bu halimi de bilirler.
Bir gün bir yere konferans vermeye gittim. Normal kıyafetlerimle mekana vardım. Oradakiler uzakta bir sandalye gösterdiler, oturdum. Ne için geldiğimi soranlara konferans vermeye deyince biraz tavır değişti. Çay ikram ettiler. Sonra bir yetkili geldi. Salonu hazırlatmak üzere olduğunu söyledi. Biraz sonra beni salona götürdü. Konuşmaya başladım. Konuştukça ilginin arttığını fark ettim. Beni takdim eden görevli de elindeki evrakı bırakıp dikkatlice izlemeye koyuldu. Bir buçuk saat süren konuşmanın ardından Başgardiyan: "Hocam, ben bu sohbetin bu kadar verimli geçeceğini tahmin etmiyordum. Şahsen ben de çok şey öğrendim. Sizi yürekten tebrik ediyorum" demek zorunda kaldı.
O zaman ben de "Elbette kılık kıyafetime bakarak önyargılı davrandığınızın farkındayım. Sonuçta faydalı olabildiysem ne mutlu!" diyerek konferansı sona erdirdim.
Biliyordum; insan giyim kuşamıyla ağırlanır, sözü ve sohbeti ile uğurlanır. Konuşun ki ne olduğunuz anlaşılsın, derler. Zira insanın mahiyeti ve hüviyeti dilinin altında saklıdır.
Cenap Şehabettin'in "Temiz bir kıyafet, iyi bir tavsiye mektubudur" sözüne inanırım ama atalarımızın şu sözünü hayatımda rehber edinmeyi tercih etmişimdir: "İnsan giyimiyle ağırlanır, sohbetiyle uğurlanır."