On yedi yıldır uzman öğretmenim. Hep söyledikleri gibi aslında ben mesleğimin uzmanıyım ama yine de bir sıfat eklentisi sadece. O kadar… On yedi sene önce bu konu öğretmenler odasında değerlendirilirken çok farklı yaklaşım ve tutumlara şahit olmuştuk. Devlet yapıyorsa bir bildiği vardır. Ben hep oradan baktım. Başka türlü tüm söylemlere kulağımı tıkadım. Onca program geliştiriciler, arge çalışanları, taşra teşkilatı… Bir milyon iki yüz elli bin çalışanı içinde barındıran bir büyük camiadan bahsediyoruz. Sınav zor da değildi. Sınavı çok rahatlıkla geçebilecek birçok arkadaşımın, abilerimin girmediğini duydum. Sonraki yıllarda onların da bu konudaki pişmanlıklarını dinledim. 
Bakanlığın yeni bir sınav marifeti ile uzmanlık ve başöğretmenlik sınavı süreci başladı. On yedi sene sonra, yeniden… Yine ortalık toz duman. On yedi sene önceki gibi. Bir sürü laf, söz, görüş, bakış açısı… Girmeyeceğiz diyenler, protesto edenler, olmalı, gerekli diyenler… 
Ben yine on yedi sene önceki durduğum yerdeyim. Devlet karar almışsa boynumuz kıldan ince… Devletin bir bildiği vardır! Eksik evraklarım varmış. Onları tamamlamak için Milli Eğitime gittim. Geçmiş yıllardan tanıştığım, birlikte kurban kestiğimiz bir arkadaşımı gördüm. Kendisi bir mühendis. Konuyu ayaküstü kendisine anlattım. Mühendisler daha düz mantık bakabiliyorlar. Daha somut, daha yalın olabiliyorlar. Belki de onların fıtratı buna müsaittir. Bilemiyorum…
Mesele uzman ya da başöğretmen olmanız meselesi değil hocam dedi. Böyle keskin konuşan insanlar dinletir kendisini. Öğrenci oluveririm karşılarında.  Yeter ki bu emin duruşu göreyim. Konuşmanın nereye evirileceğini merak ederek heyecanla bekliyordum. Onca plan, program, alt yapı çalışmaları, eğitimler… Bir milyon iki yüz elli bin kişiyi temsilen ben… Nedir o zaman mesele dedim ama iyi anlamam gerek! İzlediğim 120 saatlik videolar, klasörler dolusu kaynak dokümanlar… Hepsi bir anda önemini yitirmiş gibi duruyordu. Meseleyi bilmeyen çözümü nasıl düşünebilir? Durumu iyi anlamalı ve geri kalan bir milyon iki yüz kırk dokuz bin dokuz yüz doksan dokuz kişiye iyi anlatmalıydım.
Uzman ya da başöğretmen olduğun zaman devlet, senden nasıl yararlanacak?
İşte, bir köşede kalmış asıl sorulması gereken soru!
On yedi yıldır hiç çalınmayan kapım aklıma geldi. Bazı evraklarda, sınıf kapılarında isimden önce duran bir kısaltma: Uz. O kadar… Alanımızla ilgili hiçbir programda bilirkişi hüviyetimiz öne çıkarılmadı. Kurulan komisyonlarda bir özellik olarak da öne çıkmadı. Kendim bile on yedi yıldır uzman olduğumu unuttum. Belki de test çözerek unvan kazanmamıza kendimiz bile saygı duymadık. Ta ki yeni kariyer basamakları mevzuu açılana kadar. Evet! Tabi ya… Ben uzmandım… Bazen muzip arkadaşlar "uzmanım" deyip sataşırlar. Ben de estağfurullah, uzman kim biz kim" diye alttan alır, kondurmam üzerime…
"Ben yüksek inşaat mühendisiyim. İmzam diğer mühendislerden daha ağır. Sorumluluğu daha fazla. Ben de bunun bilincindeyim" diye devam etti mühendis arkadaş.
Evet dedim. İşlevi olan bir sıfat taşımalıyız. Ağırlığı ve sorumluluğu olan. Ve bunun bilincinde olan bir iş takip etmeliyiz. Tabela, binalarda sorgulanmıyor. İnsanda sorgulanmalı. Binaların tabelasını değiştirmekte mahiriz ama bu lüzumsuzluğu insanda yapmamalıyız. Bu toplumun harcı binalardan değil insanlardan oluşacak. İnsan malzemeden çalınacak bir nesne değildir. Fazla oynamaya gelmez. Ruhuna, doğasına saygı duymak gerek. Bir şey yapılacaksa ve bu, o şeyin tabiatı ile ilgiliyse, hassas olunmalıdır. Aksi halde, kentsel dönüşümle elde ettiği yeni dairesinde, neden bir türlü mutlu olamadığını düşünen insandan farkımız kalmaz. Yıkılan eski evinden kopardığı bir tuğla parçasına bakıp iç geçirir sadece.
Mehmet büyüyecek. Birleştirilmiş sınıfın zorluğu içerisinde kendisini görmezden gelmeyen, elini hiç bırakmayan öğretmenini anlatacak. Açtığı hukuk bürosuna öğretmeninin ismini verecek.
Serap büyüyecek. Babası ölüp beş kardeşin ortancasıyken verdiği yaşam mücadelesinde, yanı başında duran öğretmenini anlatacak. İlk hemşire maaşıyla ona bir kravat alacak.
Metin büyüyecek. Hani şu babasından çok öğretmenini gören… Uzun yollardan bir türlü dönemeyen, arayıp sormayan, hayırsızın oğlu Metin. Bıraktıydı da kızıp okulu, gelmediydi bir hafta… Hah işte o da anlatacak öğretmenini. Nasıl tutup yakasından getirdiydi de soktuydu sınıfa… Polis rozetini taktığında göğsüne, o da ilk öğretmenine varacak…
Ve o öğretmen var ya! Daha dik yürüyecek, salına salına… Uzmanından da, başından da, en başından da daha dik… Torunları gelecek yanına, "dede sen de girerdin şu başöğretmenliğe çalışsaydın, de mi?" diyecek. O da gülüp geçecek.