Birdenbire çıktılar karşıma. Aslında niyetim babama gitmekti. Orada olduklarını da bilmiyordum. Gerçi bilsem de uğramazdım. Ayaklarım götürmez, dilim söylemez, gözüm de aramazdı. 
Aradan yılların geçmesi gerekiyormuş demek… 
Komşuluğumuzun başladığı yıllarda çok iyiydik. Hemen her akşam ya onlarda ya da bizdeydik… Akşam bir maniniz yoksa size geleceğiz mesajını iletir, onlar da beni, tabi ki kuzum deyip kucaklardı. Evlerimizin salonunda oturur, babalar ciddi meselelerden, anneler de ev işlerinden konuşurdu… Çaylar, meyveler, patlamış mısır, çekirdek, bu buluşmaların çerezlerindendi.
Bir keresinde konu kardeşimle bana alınacak bisiklet bahsine gelmiş, ben de kulaklarımı sonuna kadar açmıştım. İstanbul'da daha ucuz dedi komşu amca. Orada yaşayan oğlunun, daha uygun fiyata bulabileceğinden söz etti. Babam halâ tereddütlü konuşuyordu. Babamın olur mu ki demesine fırsat vermeden olur olur dedi komşu. Komşuluk böyle bir şeydi: Komşusu adına, onun için en iyisini düşünebilmek, elini taşın altına sokabilmek, sorumluluk alabilmekti. Beni kendi çocuğu gibi görebilmek, bağrına basabilmekti… Komşumuz güçlü bir kişiliğe sahipti. Net ve keskin bir ifade ile konuşur, karşısındakine de dinletirdi.  Konuşmaya son noktayı koyarken bana bir göz kırpmayı da ihmâl etmedi. Tüm meraklı bekleyişim huzura erişmiş, rahat bir nefes almıştım. Bisikletim İstanbul'dan yola çıkmıştı bile… Görebiliyordum! Belki şu an Bolu geçidine bile gelmişti. 
Bisiklet bir hafta sonra geldi. Eskilerin pinokyo diye bildiği tarzda bir modeldi. Bulgar malı, adı hiç duyulmamış, orijinal bir görüntüye sahipti. Arka freni yoktu. Onun yerine pedala ters basma işlevi ve hemen hiç kimsede bulunmayan bir rengi vardı: Açık mavi... Mahalledeki arkadaşlarımın bisikletlerine hiç benzemiyordu. Olsun! İki tekeri vardı ya… Diğerleri bir pedal çevirirken ben iki çevirecektim. Çevirirdim… Bu hiç mesele değildi. Komşu, bisikletin özelliklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu: Bak bu fren sistemi Avrupa'da tek… Ortadan ikiye katlanabiliyor hem! Bunun gibisi yok…
Çok fazla bir şey söylemeye gerek yoktu ki… Beni diğer tüm âlemlere götürecek taşıta sahiptim artık… Şehrin her yeri avucumun içindeydi… Bir pedal çevrimi mesafedeydi tüm uzaklıklar…
Çocukluğumun en güzeliydi o. Arkadaşım, kaçışım, gidişim, gelişimdi… Kardeşimle birlikte uzun süre bindik. Bir o, bir ben… Sırayla. Sonra eskidi. Üniversiteye gidince kardeşim onu bir düdüklü tencere fiyatına satmış. Haberim olsaydı sattırmaz, saklardım. İnsan çocukluğunu satar mı? Yol arkadaşına kıyar mı? Elimi zincire sıkıştırdığımda, üzerinden düşüp kolumu incittiğimde bile kızmadım ona… Şimdi olsa salonumun başköşesinde dekor yapar, incitmez, yormazdım onu… Çocuklarıma gösterip anlatır, bayramlarda yan yana gelir, hep beraber çekindiğimiz aile fotoğraflarının gözdesi olurdu… 
Kara kediler girdi sonra. Küstük komşuyla… Sebep neydi bilmiyorum. Çalmadık kapılarını, onlar da kapımızı… Taşınırken yeni evimize, gören olmadı vedalaştığımızı… Ne kahvenin hatırı yetişti düzeltmeye ne de çayın tadı… 
Yıllarca görmedim onları. Anmadık hiç adlarını…
Önce komşu amca ölmüş, birkaç sene sonra da komşu teyze…
Dedim ya! Birdenbire çıktılar karşıma. Babama gidiyordum aslında…
Komşu Amca'nın ismini gördüm önce. Sonra birden tuhaf bir duyguyla, bisikleti elinden alınmış bir çocuk gibi hıçkırıklara boğuldum.  Yanında yatan eşinin mezarından da patlamış mısır kokusu geldi… O an orada, hiçbir manileri yoktu. O soruyu sormadan kabul ettiler, nefes almadan dinlediler beni. Bisikleti sattığımızdan bahsetmedim. Yarım saat konuştum, hiç sıkılmadılar. 
Sonra asıl amacıma, babama gittim. Ezberimdekilerden okudum ona, hep beklediği gibi… Bu sefer farklıydı ama… Sırtımı sıvazladığını hissettim bir an. İyi bir şey yaptığımda hep yaptığı gibi…