Kitabî bilgileri hatırlayalım; Osmanlı Devleti, fetihlerini önce Balkanlar'a yapmış ve bir Rumeli İmparatorluğu kurmuştur. İstanbul'un fethinden önce dahi Balkan toprakları Osmanlı'nın ilk yurdu olarak literatürde yerini almıştır. Kosova ise I.Murad (Murad-ı Hüdavendigâr) döneminde fethedilmiş ve 1389 yılında İslâm yurdu haline getirilmiştir. 


Tabi tarihe bu şekilde baktığımızda yaşananlar, fetih öncesi ve sonrası olanlar müfredatımızda yer almadığından oldu-bittiyle öğrencilere aktarılıyor. Halbuki 1389 yılından günümüze kadar Kosova özelinde Balkanlar'da İslâm var ve hala yaşıyorsa detayları öğrenmeden, öğrenip anlamadan, anlayıp yaşamadan bir idrâk sahibi olmamız zor ya da olanaksızdır. 


Sadece bu mesele üzerinden durumu ele aldığımızda nasıl bir pencere açılıyor birlikte bakalım. Geçtiğimiz günlerde refkam Elif Nida ile birlikte "evlad-ı fatihan" yurduna bir seyahat gerçekleştirdik. Seyahatimizin başlangıç yerine ise nasip nispetinde Kosova olarak karar verip yola revan olduk. Kosova'nın başkenti Priştine şehrine geldiğimizde gerek akademik kaynaklardan gerekse bölgeye ilgi duyan çevrelerden okuduğumuz, dinlediğimiz bilgileri tahayyül etmeye başladık. Kimi bilgilerin uzaktan, yakından karşılığının olmadığını, kimi bilgilerinse anlatılandan daha fazlası olduğunu gözlemledik/yaşadık. Ancak bunların en önemlisi şüphesiz Sultan I.Murad-ı Hüdavendigâr Hazretleri'nin kalbinin ve iç organlarının medfun bulunduğu türbeye ziyaretimiz olduğunu ifade etmeliyim. 
Osmanlı kültür ve mimarisinin restorasyonunu, onarımını yapıp yaşatılmasını sağlayan ve geçmişle günümüze köprü vazifesi göre TİKA'mızın, Balkanlar'da hangi yöne baksanız karşınıza gururla çıktığı gibi burada da bizi karşıladı. Ancak haddi aşmaktan imtina ederek ifade ediyorum ki TİKA'mızdan daha fazla burayla ilgilenen, 200 yıldır türbedarlığını üstlenen aileden medîha bir annemizle hemhal olduk: Saniye Türbedar.


Saniye annemiz, soyadından da anlaşılacağı üzere Murad-ı Hüdavendigâr'ın medfun bulunduğu türbenin mevcut türbedarı. Türbedar ailesi Sultan Abdulmecid'in beratıyla 1854 yılında Buhara'dan buraya atanmış. Saniye annemiz ise eşi Fahri Türbedar vefat ettikten sonra türbedarlık vazifesini üstlenmiş. Yaklaşık 22 yıldır buranın baş türbedarlığını yürüten annemizin anlattıklarını istifadenize sunuyorum:
"Benim buraya gelmem kaderdi. İlk geldiğimde burası çöl gibiydi ve metruk haldeydi. O yıllarda dahi misafirler geliyordu ancak mum yakıp dikme, çaput bağlama gibi işler yapıyorlardı. Sonra Türkiye'den yetkililer geldi; kocam durumu onlara gösterdi. Kısa bir süre sonra buranın idaresini bize bıraktıklarını söylediler. Yugoslav hükümeti buranın mülkünü bizden almıştı ancak Türk yetkililer mirası bize geri getirdiler. Mirası alınca durmaksızın çalıştık ve şimdiki haline getirdik. Aynı yetkililer yıllar sonra geldiklerinde buranın cennet bahçesi gibi olduğunu söylediler. 
Kocam burası için çok bedel ödedi; biz de ödedik. Şimdi sabah, akşam ben burada nöbetteyim. Türkiye iyi olunca biz de burada iyi oluyoruz. Önceleri kimseye izin vermiyorlardı buraya gelsinler. Ama Türkiye güçlü olunca karışamıyorlar. 


Burada yatan evliya bir dededir. Sırplar Kosova'ya saldırdılar ama buraya giremediler. Kurşun attılar, buraya değmedi. Osmanlı Sultanı Murad dede bu topraklara İslâm'ı getirdi. Bugün hala biz burada Müslüman olarak nöbet tutuyoruz. 
Türkiye'den ilgi arttı, gelen misafirler çoğaldı. Osmangazi Belediyesi ve Bayrampaşa Belediyesi buraya güzel hizmetler yapıyor. Allah onlardan razı olsun. Her yıl 15 Haziran'da burada mevlid yapıyorlar. Bu yılda olacak ve Türkiye'deki herkesi buraya bekliyorum. 
Tayyip Erdoğan, o büyük bir adam. Tüm Müslümanlara yardım ediyor. Allah O'na kolaylık versin. Erdoğan'a çok selam götürün." 


Saniye annemizin anlattıkları yukarıda yazdıklarımızdan ibaret değil. İmkânı olanlar hem bu güzel makamı hem de annemizi ziyaret ederlerse heybelerine umduklarından daha fazlasını alabilirler. 
Türbedar annemizin anlattıklarını düşününce mekân daha bir anlamlı oluyor. Düşünün ki Murad-ı Hüdavendigâr Hazretlerini ziyaret ediyorsunuz ve türbedar anne diyor ki Sırplar buraya giremedi. Anlıyoruz ki bir kabirden ibaret değil orası. Ayette, "şehitlere ölü demeyin" diyor ya bunu yaşıyoruz. Bir ölüyü değil, dirinin huzuruna çıkıyoruz. İşte o şehid bugün hala bu toprakları tutuyor. 
Son söz yerine;


Bugün Sırplar Balkanları karıştırıyor; zulmediyor. Bunu yaparken de geçmişle hesaplaşma çerçevesinde tarihi romantizmini canlı tutuyor. Murad-ı Hüdavendigâr'ı şehid eden Miloş Obiliç ulusal kahraman olarak anılıyor ve anıtları yapılıyor. 
Biz ise ecdadımızın iç organlarının medfun olduğu bu topraklara sessiz kalıyoruz. Sessiz kalmıyorsak sabrediyoruz. Sabrederek olanlara rıza gösteriyoruz. Rahmetli Ömer Tuğrul İnançer hocamızın dediklerini hatırlayalım: "Rıza göstermek hareketsiz kalmamıza sebep oluyor. Sabrın adı hiçbir şey yapmadan beklemeye dönüyor. Bizim buralarda hala bir "Murad'ımız" var. Buraların devlet hudutları dışında olması, gönül hududunun dışında olmayı gerektirmez."
Evet, bu topraklar hala diri; hala bizi bekliyor. Harekete geçip olana rıza gösterelim; bir şeyler yapıp takdire sabredelim. Maddi fukaralık gelip geçer; gönül fukaralığına düşmeyelim. 
Vesselam…