“Allah Teâlâ bu ümmete, her yüzyılda bir, dinini yenileyecek kimseler gönderecektir” mealindeki hadiste geçen “men yuceddidu: yenileyecek olan” ifadesinden türetilen “müceddid” ile bu kelimelerin mastarı olan “tecdid”, zamanla lügat mânâsını aşan mânâlar kazanmış ve birer İslâmî terim haline gelmiştir. Hadiste geçen kelimeyi, İslâm’ın genel ilkeleri ve bağlayıcı nasları bağlamında ele alan yorumcular tecdidi “eskiyen kısımları yenilemek, yenileri ile değiştirmek” şeklinde anlamamışlardır. Çünkü en azından İslâm’ın ilk asrında, vahyin getirdiği hükümler ve çözümler ile bunların ışığında yürütülen içtihat, ümmetin gelişmesine ve genişlemesine rağmen ihtiyacı karşılıyor, bu alanda bir eskime ve değiştirme ihtiyacı gözükmüyordu. Buna karşılık İslâm’a yeni giren topluluklar ve kültür zeminlerinin taşıdığı çeşitli inançlar, gelenekler, dinî davranışlar ve semboller vardı; bunlar belli bir yoğunluğa ulaştığında dinî olmasa da içtimâî meşruiyet kazanıyor, bu gelişme de dinin inanç, ibadet ve varlığa bakış alanlarını kirletiyor, Allah’ın nezdindeki dini değilse de ümmetin yaşadığı dini kısmen değiştiriyor ve eskitiyordu. Hadiste “ümmetin dinini yenileyecek olan” ifadesinin kullanılmış olması bu bakımdan anlamlı idi.
İşte bu sebeple asırlarca mezkûr hadisteki yenileme, “dine sonradan katılan, dinden olmadığı, dine dâhil bulunmadığı halde böyle telakki edilen katkıların temizlenmesi, ayıklanması, İslâm’ın ilk saflık ve berraklığına iade edilmesi” şeklinde anlaşılmış, bu mânâda hurafe ve bid’atleri tespit ederek ayıklamaya çalışan, İslâm’a sokulmak istenen sapık inanç ve düşüncelere karşı mücadele veren, Raşid Halifeler dönemine ait dinî, siyasî, sosyal yapıyı, İslâm’ın amaçlarına ters düşecek şekilde mihverinden saptıranlara karşı muhalefet bayrağını açan kimselerin bu faaliyetlerine “tecdid”, kendilerine de “müceddid” denmiştir. Eğer bu hareket iman ve ibadet hayatından siyasete kadar bütün alanları kaplıyorsa “külli tecdid”den, bir veya birkaç alanla ilgili bulunuyorsa “cüz’i tecdidden” söz edilmiştir.
Örnek vermek gerekirse; Emeviler devrinden itibaren siyasî sapmalara karşı muhalefet bayrağını açan Hz. Hüseyin, Abdullah b. Zübeyr, Zeyd b. Ali, Ömer b. Abdulaziz, dinî sapmaları önlemek üzere Sünnet kaynağını tespite çalışan ilk muhaddisler, fıkhı tedvin eden ilk fıkıhçılar, mezhep imamları, İslâm inancını aslına uygun olarak formülleştirip ümmete takdim eden itikadi mezhep imamları, felsefe ve bâtınî hareketlerin bozduğu dengeyi yeniden kurarak öz din ilimlerine itibarını iade etmek üzere yola çıkan Gazzali, bunlara ek olarak amacından ve usulünden sapmış tasavvuf hareketleri ile beşeri olan ile ilâhî olanı birbirine karıştıran mezhepçilik ve taklide karşı mücadele veren İbn Teymiyye ve takipçileri, tasavvufun özellikle irfan boyutunda ortaya çıkan ve “şeriat, tarikat, marifet, hakikat” arasındaki dengeyi bozan çıkışlara ve zuhurlara karşı, seyr-i sülûku tamamlamış, irfan merdivenlerini hemen bütün basamaklarını geçmiş, içeriden biri olarak bu dengeyi yeniden kurmaya, tasavvufî irfanı ve bunu temsil eden zevatı harcamadan şeriatı kurtarmanın ve her şeyi yerli yerine oturtmanın formüllerini bulmaya çalışan İmam-ı Rabbani, bir yandan İbn Teymiyye gibi selefileri, diğer yandan kelâm, fıkıh, felsefe ve tasavvuf okullarını daha külli bir bakış açısından ele alarak “cümlenin maksudu bir, lakin rivayat muhtelif” gibi bir sonuca ulaşan ve bu mânâda ümmetin birliğini tesis etmeye çalışan Şah Veliyyullah, müceddidler tarihinde şerefle yerlerini alan isimler arasındadır.
Moderniteye kadar geçen dönemde İslâm ve diğerleri arasındaki ilişki, aziz ile zelil, üstün ile aşağı, hak ile batıl, davet edilen ile çağırılan arasındaki ilişkidir. Bundan bir dereceye kadar istisna edilebilecek ilişki ve hareket, İslâm felsefesi için söz konusudur; çünkü bazı İslâm filozofları, vahyin getirdiği bilgi ve metodoloji ile aynı konularda Yunan filozoflarının ortaya koyduklarını karşılaştırmış, birincisinin ya hakikatinin yahut da zahirinin yetersiz, gerçeği ifade etmekten uzak olduğuna hükmetmiş, Yunan filozoflarının düşüncelerine İslâmî elbiseler giydirmek için çaba sarf etmişlerdir. Bunlar ile muasır İslâmcıların modernist olanları arasında bir dereceye kadar benzerlik bulmak mümkündür.
Sanayi İnkılabı öncesi gelişmeler ile bu inkılaptan sonra Batı’nın madde dünyasına ait bilim, teknoloji, servet ve askeri güç sahasında gerçekleştirdiği gelişmeler ve atılımlar İslâm dünyasında, diğerlerine bakış açısını değiştirmiş, üstten bakanların bir kısmı alttan bakmaya başlamışlardır. Hiç şüphe yok ki, İslâm’ın ilk dört asrında yaşayanların din anlayış ve uygulamaları, kurdukları madde-mânâ, dünya-ahiret dengesi, bu meyanda daima canlı tuttukları tefekkür, içtihat ve makul sınırları içinde hürriyet devam etseydi, bunları bozan ve gerileten tarihi sebepler bulunmasa veya bunların üstesinden gelinebilseydi madde dünyasındaki ilerleme ve güç de “diğerlerine” kaptırılmayacak, Müslümanlar maddi ihtişama ve güce aşağıdan bakmayacak, kendi evrensel ve paha biçilmez değerlerini zayi etmeyeceklerdi. Ama ne yazık ki, böyle olmadı, dengeler bozuldu, tefekkür ve içtihadın yerini donukluk, tabiiyyet, fikrî ve fiziki tembellik, taklit aldı; zarf bozuldukça mazrufu da muhafaza edemez oldu.
Madde alanında ilerlemiş, gelişmiş ve güçlenmiş olan, bu güçlerinin önemli bir kısmını da Müslümanların servet ve istiklallerine kast ve bunları gasp ederek elde etmiş bulunan ötekiler karşısında varlığını koruma çabasına düşen İslâm âleminde birden fazla tavır alış, yaklaşım, reçete ortaya çıkmıştır:
Bunlardan biri “ver İslâm’ı al uygarlık, refahı ve gelişmeyi” formülü ile ifade edilebilir ve bu formülün peşinde koşanlar İslâmcılık ve İslâmcılar bahsinin dışında kalırlar.
Bir diğeri “biz, belli bir döneme kadar gelmiş dinî hükümleri ve bunların beşeri yorumlarını (tefsir, fıkıh, tasavvuf birikimini) aynen koruyalım, bunlara göre amel edelim, günlük ibadetlerimizi yapalım, fıkıhçıların ve tefsircilerin önümüze koydukları helal-haram, caiz-memnu ölçülerine bağlı kalalım, bu davranış biçimi bize -zamanın ruhunu okuyamadığı için- zayıflama ve yok oluş getirse de bunu düşünmeyelim, akıbetin Allah’a ait olduğu cümlesini tekrarlayalım...” diyenlerdir. Bunların da İslâmcılık ve İslâmcılarla bir alakaları yoktur.
İlk dönem İslâmcıları (bizde Sultan Abdulhamid devrinden Cumhuriyet’e kadar) düşünce ve hareketlerinin yarısında müceddidlerle beraberdirler: “İslâm’ın beşeri, yabancı, eskimiş katkılardan ayıklanması, ilk saflığına döndürülmesi, tefekkür ve içtihat kapılarının açılması, bunun için çaba gösterilmesi gerekir” derler. İkinci yarısında ise kendi çağlarının özellik ve ihtiyaçlarına paralel olarak farklıdırlar. Belli bir alanda güçlenmiş, ilerlemiş ve Müslümanların varlığını tehdit eder hale gelmiş diğerlerinin yapıp ettikleri ile İslâm arasında bir bağ kurmak, bunların zaruri görülenlerini, İslâmî deliller ve terimler çerçevesine alarak meşrûlaştırmak, bu sentez içinde yeniden formülleştirilecek İslâm’ı, ümmetin siyasî, sosyal, hukukî, iktisadî, ahlâkî... hayatlarının temeli kılmak.
Bu mânâda İslâmcılığın ve İslâmcıların yaşayan temsilcilerinden söz etmek mümkündür.
Yine İslâmcılık kategorisi içinde görülen iki yaklaşım daha vardır:
a) Yalnızca beşeri yorumların, içtihatların ve çözümlerin değil, vahyin getirdiklerinin de kısmen tarihi olduğu tezinden hareketle bunların eskidiğini ileri süren ve bunları çağın (ileri sayılan diğerlerinin) getirdikleri ile değiştirmek, ilkeler ve amaçlar çerçevesine çekilmiş bir İslâm’ı, İslâm topluluklarının hayat rehberi kılmak, hatta bu ilkelerle çağı aşılamak isteyenler, bu reçetenin geçerli olduğunu savunanlar (Bunlar benim İslamcılarım değildir).
b) İslâm’ın ilk dönemlerinin tefekkür, içtihat ve hürriyet ortamını ihya ederek bu zeminde geliştirilecek fikir ve fiil ile çağı aşmak, İslâm’ın öz modellerini oluşturup çağa sunmak ve “Allah yoluna çağır...” emrini çağa yaraşır bir biçim ve boyutta yerine getirmek için bir yol tutan ve çaba sarf edenler (İşte bu yolun daha ideal ve sağlıklı olduğunu düşünüyorum, tabii yapılabilirse).
İslâm dünyasında, İslâm’ın değiştirmek istediğini diriltip yaşatmak, bunun için de gerekirse İslâm’ın değişmezlerini kısmen veya kül halinde terk etmek yolunu tutanları çerçeve dışında tutarak, farklılık ve özelliklerini tespite çalıştığım Müslüman mütefekkirleri, dava adamlarını ben İslâmcılar içinde görüyor, ihlasla, iyi niyetle tutulan yolların bir caddede buluşacağını, bu caddeyi takip edecek olan Müslümanların da bir gün selamete çıkacaklarını umuyor, bekliyor ve gerekli çabaya katılıyorum.