Ehli Hadis

Hadis ehli; Hadis ilmine önem verip sünneti yaşamaya çalışanlar, sahip çıkanlar, Resulullah'ın yolundan gidenler demektir. Müçtehit imamlar devrinde özelliklede Hicaz ve Medine'de hadis âlimlerini anlatmak için kullanılan bir terimdir.
Hulefâ-i Reşidin devrinin sonlarına doğru bazı sahabeler irşat ve talim amacıyla İslâm âleminin çeşitli yerlerine dağılmışlardı. Peygamberimiz Arafat meydanında Veda hutbesini irât ettiği sırada yüz otuz iki bin sahabenin olduğu rivayet edilir. Mekke veya Medine de kabri bulunanların sayısı ise on bin civarındadır. Hz. Ömer devrinde Fustat, Kûfe ve Basra şehirleri kurulmuş ve bu merkezlere çoğu sahabe olmak üzere binlerce müslüman yerleşmişti. Diğer yandan Hz. Ömer, Abdullah b. Mesut'u Kûfe 'ye göndermiş, Hz. Ali de hilâfeti zamanında idare merkezini buraya nakletmişti. Emeviler yönetimi ele alınca, özellikle onlardan memnun olmayan sahabe âlimleri yeniden Hicaz'da toplanmaya başladılar. Böylece, ashâb-ı kiramdan ilim, irfan ve feyiz almak isteyen tâbiûn âlimleri, aradıklarını daha çok Hicaz veya Irak'ta buldukları için oralara gitmişlerdir.


Bu iki bölgede yer ve üstat farkından dolayı da iki ayrı ilim grubu teşekkül etmişti. Merkezi Kûfe olana "Irak Ekolü" Medine de olana ise "Hicaz Ekolü" adı verilmiştir. Birinci ekole "Ehli Rey" Hicaz ekolüne de "Ehli Hadis" ve "Ehli Eser" denilmiştir. Merkezi Hicaz olan ehli hadisin oradaki temsilcisi İmam Mâlik b. Enes'tir. Fazlaca hadis rivayeti yapılan bir bölgede bulunması onun ehli hadis sayılmasına sebep olmuştur. İmam Mâlik, Kitap ve Sünnetin yanında Medinelilerin amelini de delil olarak alıyor, "Haber-i Vâhid"lerin onların uygulamasına zıt düşmemesini şart koşuyordu. Çünkü o, dinî işlerde Medinelilerin amelini "meşhur hadis" derecesinde görür. (Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s.109)
İslâm'ın ilk iki yüzyılında âlimler arasında samimi bir kardeşlik, dostluk ve bilgi alışverişi hâkimdi. Bu, tabiin zamanında da, müçtehit imamlar devrinde de böyleydi. İlim merkezleri İslâm ülkesinin bütün şehirlerinde faaliyetini sürdürüyor, her mecliste bilgi, kültür, örf, mekân farklılıklarından doğan ilmî farklılıklar ümmet için bir sorun teşkil etmiyor ve bir zenginlik olarak görülüyordu. Çünkü hepsi "selef-i sâlihîn"in yolunda olarak birbirlerini tenkit etseler de tekfir etmiyorlardı. Ebû Hanife, Cafer-i Sâdık, Ahmet bin. Hanbel, İmam Şafii, İmam Mâlik, İmam Muhammed arasında görüş ayrılıkları olmasına rağmen, ehli bidat'a karşı selefin akidesini savunmada ortak hareket ediyorlardı. "Ehli rey diye bilinen Irak ekolündekiler, 'Onlar da insan biz de' diyerek kendi görüşlerini geçerli sayıyorlardı. Buna karşılık ehli hadis ise (Medine ekolü), re'ye(akıl yürütme metoduna) çok zaruri haller dışında başvurmuyorlardı" (Zehebî, Tabakatü'l-Huffaz, VI, 368). 


Muhaddisler, hadisleri toplayıp yazmaya ve bunlarla fıkhı tedvin etmeye başladıklarında ellerinde muazzam bir malzeme birikmişti. Daha sonraları sapık fırkaların ve ehlı aklı öne çıkaranların yaygınlaşması üzerine, bir dönem yoğun bir tekfir ve düşmanlık dalgası hâkim olmuştur. Keza Mutezile yüzünden "Halkul Kur'an" meselesi resmi devlet ilkesi haline getirilerek herkese zorla benimsettirilmeye çalışıldığı devirde ehli hadis âlimlerine, İmam Ahmet başta olmak üzere büyük bir zulüm yapıldığı bilinmektedir. "Fıkıhta meşhur olmuş ve tedvin edilmiş mezhepler içinde İmam Mâlik ile İmam Ahmet, ehli hadisten, Ebû Hanife ehli reyden sayılmış, İmam Şâfii bu iki ekolün ortasında yer almıştır. Esasında hadis veya rey in delil olarak kullanılmasında bütün bu mezhep imamları müttefiktirler" (İbn Kayyım, İlâmü'l-Muvakkıîn I, 55) Problemlerin çözümü konusunda Medine'de hadis ve sahabe içtihatlarının, Irak'ta ise rey in ağırlıklı olmasından dolayı aynı konuda farklı içtihatlar ortaya çıkmıştır. 


Abbasîler döneminde bu farklı içtihatlar, bazılarınca büyütülerek karşılıklı zıtlaşmalara kadar vardırılmıştır. Şa'bî'nin, "Rey leş gibidir, ancak zaruret halinde başvurabilirsin" dediği söylenir. Kavram kargaşası ehli re'yi, haberi vahidi reddedenler, ehli hadisi de rey ve kıyası reddedenler diye tanıtmışlardır. Bu iki farklı usul, diğer ilimlerde de zaman zaman görülmüştür. "Ehli hadis ile ehl-i re'y arasındaki ihtilâf, Avam arasında da tartışma konusu olunca fitne zuhur etmiş ve ilmi faaliyetler güç kaybetmiştir. Ehli reyin, edille-i şer'iyyeden önce kıyasa ve reye başvurduğu, ehl-i hadisin de re'y ve kıyası tamamen inkâr ettiği gibi bir anlayış yaygınlaşmıştır. Halbuki gerek amelin imandan bir cüz olup olmadığı meselesinin ortaya atılmasında ehl-i sünnetin, gerekse rey, hadis akımıyla sapık inançlara karşı selefin akidesini korudukları, yine asıl ihtilâfı körükleyenlerin ehl-i bid'at olup veya asıl re'yi reddedenlerin günümüzde olduğu gibi sünneti tümden reddeden fırkaların olduğunu görmekteyiz. "Ahmed b. Hanbel "Biz ehl-i re'yi, onlar da bizi durmadan lânetlerdik; bu hal Şafii'nin gelişine kadar devam etti. O gelince aramızı bulup bizi kaynaştırdı" (Kadı Iyâz, Tertîbu'l-Medârik, 1. 91). Şâfii mezhebi ileri gelenlerinden İmamı Nevevî; Ehli hadisi Şafii'nin canlandırdığını onun Bağdat'a gelmesinden sonra rey ehlinin zayıfladığını, Irak'ta "hadisin muhafızı" Horasan'da "ashâbu'l hadis" denildiğini zikreder.


İslâm'da aşırı akımlar, (Havâric, Mu'tezile, Mürcie...) aşırı kutupları temsil etmişlerdir. Hariciler, amel imandan cüzdür, Mutezile büyük günah işleyen küfürle iman arasındadır, Mürcie, amel olmasa da iman için tasdik yeterlidir demişlerdir. Buna karşılık ehli rey, amel imandan cüz değildir diyerek ancak günah işleyenleri fâsık olarak nitelemiş, ehli hadis ise iman amelden ibarettir görüşünü savunmuştur. 


İslâm ilim tarihindeki aşırıların bu ihtilâfları maalesef günümüzde de değişik versiyonlarla devam etmektedir. Fikir teatisinde ve bilgi alışverişinde bulunmak, âdap ve usul dairesinde samimi olarak konuşup tartışmak güzeldir. Fakat körü körüne kör bir taassup içerisinde, nasları bir kenara bırakarak, aklını yalın olarak öne çıkarmak sureti ile hareket etmek ise son derece yanlıştır. Ey Rabbimiz bizleri sıratı müstakimden ayırma.