Vakıf Paralarının İşletilme Şekilleri

1- Karz-ı Hasen: İhtiyaç sahiplerine karşılıksız borç verilmesidir. Verilen miktar, süresi dolunca aynen geri alınır.

2- Bidaa: Vakıf parası, işletilmek üzere tüccara verilir. Sürenin sonunda sermayesi ile birlikte kârın tamamı vakfa geri alınır.

3- Mudaraba: Sermaye bir taraftan, emek karşı taraftan olmak üzere emek sermaye ortaklığıdır. Bu şekilde işletilmenin sonucu kârın yarısıda vakfa gelir olarak döner.

4- Muamele: Buna Muamele-i Şer’iyye veya ine de denir. Bir malı veresiye olarak satıp alıcıya teslim ettikten sonra, yine alıcıdan peşin ama daha az bedelle satın alınmasıdır. Böylece ihtiyaç sahibine nakit sağlanmış oluyor. Vakıf paraların işletilmesinde yaygın olarak bu usul kullanılmıştır.

5- Murabaha: Vakfın malı peşin para ile satın alıp vadeli satarak kâr elde etmesidir. Bu usul, Osmanlı Devleti’nde daha çok sarraf ve yeniçeri ocağı bezirganlarının asker grubunda olanlara, ihtiyaç duydukları malı satıcısından peşin alıp vadeli satması şeklinde uygulanmıştır.

6- Selem: Peşin bedelle veresiye mal değişimini konu edinen işlemdir. Genellikle tarım sektöründe görülmüştür. Tarladaki ürünün belli şartlar çerçevesinde anlaşarak üretimden önce parasının peşin olarak ödenmesidir. Günümüzde fabrikada üretilen malın tamamının meselâ bir yıllık üretimini peşin parayla satın almak da selem çerçevesinde değerlendirilebilir.

7- Bey bi’l-istiğlâl: Para ihtiyacı olan, emtiasını vakfa satıp parasını alır. Bu malı belli bir zaman için vakıftan kiralayıp kullanmaya devam eder. Borcunu ödedikten sonra malını geri alır. Bu arada elde edilen gelir, vakfa kalır. Bey bi’lVefa da buna benzer. Ancak bunda ipotek ve teminat karşılığı kredi söz konusudur.

8- İcareteyn: Örneğin bir kişi gayrimenkulünü vakfa satar. Sonra aynı yeri icareteyn yöntemiyle kiralar. Vakıf, satıi bedelinden peşin olarak ödenmesi gereken kira miktarını düştükten sonra geri kalan kısmı kişiye öder. Daha sonra kişi, vadeli olarak ödenmesi gereken kiraları, uzun bir süreye yayılmış şekilde vakfa ödeyecektir. Buradaki kârlılıklar %2-3 gibi düşük oranda tutulur.

Bu usullerin her biri dini değerler bakımında ele alınıp yeni bir süzgeçten geçmelidir. İslamda esas olan, imkanı olanların ihtiyaç sahiplerine borç vermesi, borçluya zaman tanıması, gereksiz yere borçluyu sıkıştırmamasıdır. Ödeme imkanı olmayan borçlulara mümkünse bu borcu bağışlayarak tasadduk etmesi evladır. Borçlunun da bunu zamanında ödemesi, geciktirmeyerek alacaklıya eziyetten kaçınması gerekir.

Söz Konusu olan vakıf / kurum olunca her şey sözleşmede yazılı kurallara göre olacaktır. Önemli olan bu işleme faiz bulaştırmamaktır.

Yukarıdaki işletme şekillerini Hanefilerin çoğu, muamele-i şer’iyye de dahil caiz görmüşlerdir. İmam Muhammed ise İne Satışın faizcilerin uydurduğunu ve buna kalben razı olmadığını bildirmiştir. Zira burada Hile-i Şer’iyye devreye girmektedir.

Hile-i Şer’iyye; İslam hukukunda bir olaya hukuki çözüm bulmaktır. Dinen yasak olan hususları meşru yapabilmek için çıkış yolları bulmaktır. Onun için bu muameleye ‘Muamele-i Şer’iyye’ sonuçta elde edilen gelire ‘ribh-i şer’i’ yani ‘meşru kâr’ denilmiştir.

Âlimlerin pek çoğu burada esas olan niyettir demişlerdir. Bu işlem; asıl irade satmaksa satım akdi, faiz alıp vermekse faizli işlem kabul edilir.

İmam Birgivi’nin vakıf paralarının mudarebe bidaa gibi fıkhın caiz gördüğü yöntemlerle değil de ağırlıklı olarak problemli bir işletim yöntemi olan muamele-i şer’iyye usulü ile işletildiği yönündeki tespit ve eleştirisi son derece haklıdır.

Vakıf yönetimlerinin uyguladıkları işletme yöntemleriyle bilmeden veya umursamadan faize bulaştıklarını İmam Birgivi tespit etmiştir.

Vakıf paralar, vakfiye şartlarına göre %10, %12.5 arasında muamele-i şer’iyye ile işletilirdi. Ancak hiç bir surette %15’i geçemezdi. Zira Sultanın emir ve fermanı, ancak bu kadarına izin veriyordu. Ancak buna da ribih (kazanç) diyorlardı. Bu paralar, ödeyebilecek kimselere verilirken kuvvetli bir rehin veya sağlam bir kefil şartı da mutlaka aranıyordu.

Vakıf kuranların çoğu mesela %81’i askeri sınıftandı. Devlet adamları ve hanımları da buna dahildi. Geri kalanlar da ahalidendi. Vakfedilen paraların gelirleri, genellikle fukaraya gıda ve aşure, muhtaç, aç ve susuz insanların ihtiyaçlarının giderilmesi, Kur’an ve ilim öğretilmesi, vakfa gelir getirecek emlakın alımı, cami ve medreselerin onarımı, çeşme ve su yollarının yapımında kullanılırdı.

Osmanlı Devleti’nde mesalih-i mürsele (cemiyetin menfaati) söz konusu olduğu zaman vakıf paralarının işletilmesini hoş gören âlimler, buna bir şer’i muamele olarak kabul ediyor, devlet de bu fetvayı destekliyordu.