Öğrencilik yıllarımızda İkinci Dünya Savaşı Öncesi Hitler’in ordularının haşmetini anlatan filimler seyrederdik. Hitler, o meşhur selamıyla askerlerini selamlardı. Yıllarca buna benzer filimlerle Yahudilere yapılan zulümler anlatılarak on yıllarca insanların beyni yıkandı.
O sırada İsrail Devleti kurulmuş, teşkilatlanmasını tamamlamıştı.. Köy köy, kasaba, kasaba işgal edip oradaki Filistinleri devamlı güneye sürüyorlardı. Gerekçe çok basit; ‘Tanrı, buraları bize verdi.’
‘Vadedilmiş Topraklar’ ilkesinin/iddiasının ilk adımlarıydı bunlar. O yıllarda bunların ideolojilerini ve hedeflerini bilen yazarlar, Yahudilerin asıl niyetlerinin Nil’den Fırat’ kadar olan toprakları ‘Vadedilmiş Topraklar’ kapsamında ele geçirmek ve Büyük İsrail Devleti’ni kurmaktır. derken bazıları onları hayalperest olarak suçluyorlardı.
Girdiği ortamda oturacak bir minderlik yer olmayan Yahudi, öncelikle o bölgeyi ele geçirmeyi hedefler. Ama her defasında yerinin darlığından şikayet ederdi. Himayeye muhtaç bir ülke olduğunu söyleyerek tüm dünyayı kendisine acındırırdı.
Hiç unutamadığım ve hazmedemediğim bir olayı sizlere nakletmek istiyorum. Ünlü Yahudi dostu Çevik Bir diye bir generalimiz vardı. İsrail’i ziyaretinde Yahudiler dert yanmışlar.: ‘Ülkemiz çok küçük, çok dar. Etrafımızda hiç dost ülke yok. Uçaklarımız, yeterli eğitim ve tatbikat yapamıyorlar. Acaba uçaklarımız sizin hava sahanızda eğitimleri gerçekleştirseler... Sizce de uygun olur mu?’
Bu nazik teklife Sayın Çevik Bir, olumlu cevap verir. Konya hava sahasında İsrail uçakları eğitim uçuşları yapmaya başlarlar. Sanıyorum bu iğrençlik bir kaç yıl sürdü.
Hatırladıkça hâlâ çıldırıyorum. Düşmanımın uçakları, benim hava sahamda nasıl uçabilir? Sadece eğitim mi yoksa casusluk faaliyetleri için mi geldiler? Bunun dünyada başka bir örneği var mıdır?
Konya hava sahasında eğitim yapan o pilotlar, Gazze’de, Beyrut’ta, Suriye Golon’da İslâm hedeflerini bombaladılar. Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmamaya azm etmişcesinde saldırdılar, saldırıyorlar. Kudurmuşçasına saldırıyorlar.
Gazze’ye ilaç, un, gıda maddesi sokmak bile imkansız. Sadece vicdan taşıyan o gemilere bile korsanlar gibi saldırdılar. Haramiler gibi yolcuları soydular.
Hem de dünyanın gözü önünde BM’nin feryadına, vicdanların ve Avrupa sokaklarının isyanına rağmen...
Televizyonlar, dün Bağdat’ın düşüşünü canlı yayında tüm dünyaya izletmişti. Bu gün ise Gazze’deki soykırım ve vahşeti.... Açlık ve sefalet diz boyu. Ev yok, sığınacak bir yer yok. Çadırlar, pazaryerleri, mabedler, hastaneler... Hepsi açık hedef.
Yahudiye her şey serbest. Savaş yok, tek kale hücum var. Gıdasızlıktan, açlıktan ölenleri seyrettiyorlar bize. Bir gün bir çocuğun feryadını izledim. Yerden kumu alıp yemeye başladı: ‘Günlerdir kum yiyoruz. Ne olur, bize un gönderin’ diyordu.
Bunları seyredip geçiyoruz. Halbuki hepsini kayıt altına almalıyız. Sanıyorum vicdanlı senaristler, bunları görüp beyaz perdeye aktarırlar. Vicdanlı oyuncular, bu acı sahneleri canlandırmak için birbirleriyle yarışırlar. Vicdanlı müzisyenlerimiz o feryatları bir ağıt, bir destan duyarlılığında besteler ve seslendirirler.
Beklentimiz, İslam duyarlılığını vicdan duyarlılığıyla birleştirip insanlığa seslenelim. Uyuyan kalpleri de uyandıralım.
Gazze’ye vicdan götüren aktivistler gibi bizler de onların acılarını yüreğimizde hissedelim, vizdanımızı harekete geçirelim.