Dokuz yıl boyunca devam eden Suriye iç savaşı için galiba 27 Şubat tarihi bir dönüm noktası olacak.

Aynı gün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, "İdlib'de de artık durum lehimize dönmeye başladı" şeklindeki açıklamasını yaptığı saatlerde henüz otuz üç askerin şahadet haberi bile gelmemişti. Moskof kalleşliğinin bir örneği olan bu saldırı, tartışmasız biçimde Türkiye'ye her türlü meşru müdafaa hakkı kazandırdığı için Rusya'nın sesinin kısmış, batıya gitmek isteyen sığınmacılara kapıların açılmasına neden olduğu için de, Türkiye'yi sığınmacı kampı gibi gören batılı ülkelerin de gözlerini fal taşı gibi açmıştır.  

Böyle zamanlarda bir ülke için asıl tehlike dışarıdan gelen saldırılardan çok içeride birliğin sağlanamamasıdır. Zira savaşta silah ve cephaneden daha önemli olan halkın direnme azim ve kararlılığıdır. Savaşın gerekli ve kaçınılmaz olduğuna kamuoyunun inandırılamaması halinde sadece silah üstünlüğünün zafer kazandırmaya yetmeyeceğini çok iyi bilen gönüllü ajanlar, var güçleri ile Türkiye'nin bir maceraya sürüklendiğini, Suriye'ye yapılan müdahalenin yanlış, hatta haksız olduğunu, iktidarın kendi ihtirasları uğruna ülkeyi bir savaşa sürüklediğini yazıp çiziyorlar.  

Bu amaçla toplumun moralini bozmak, motivasyonunu düşürmek için her yolu deniyorlar. Asker kayıplarını olduğunun beş-on katı göstererek toplumda infial yaratmaya çalışıyor, arkasından sözcüleri titrek sesli açıklamalarla şehitler için çok büyük üzüntü duyuyormuş numaraları yapıyorlar. İstiyorlar ki vatandaş isyan etsin, cenaze namazlarında siyasilerin üzerine yürüsün, eskisi gibi ismi açıklanmayan üst düzey komutanlar savaş karşıtı açıklamalar yapsın, iktidar da askerini geri çekmek zorunda kalsın.

Her gün bomba yağdırılan evlerin, hastanelerin, okulların enkazı altından çıkartılan masumlar, naylon çadırların altında soğuktan donarak gözleri açık giden çocuklar için Esed ve suç ortakları Rusya ve İran'a yönelik tek bir eleştiri yapmayan yürekleri nasır bağlamış bu adamların, hayatını kaybeden askerlere acıdıklarını söylemeleri düpedüz ikiyüzlülüktür. Eğer bunu, askerler bizim çocuklarımız diğerleri yabancı diye izah ediyorlarsa, bu durumda Müslümanlığı geçtik, insanlıktan dahi hiçbir nasiplerinin kalmadığını itirafı etmiş olurlar. 

Bu konuda öylesine sınır tanımıyorlar ki, daha üç ay sonrasının konusu olan emeklilere bayram ikramiyelerinin verilmeyeceği şeklindeki, şeytanın bile aklına gelmeyecek yalanları dolaşıma sokarak, "ne işimiz var bizim Suriye'de" sözüne kamuoyunu ikna etmeye çalışıyorlar. 

Oysa bizim Suriye'de ne işimiz olduğunu gayet iyi biliyorlar. Türkiye'nin toprak derdinin olmadığını, olsa bile (Lozan'da bir katakulliye getirilerek oluşturulan sınırlara karşı çıkmamız kadar doğal bir şey yok ama) bugünkü şartlarda bunun mümkün olamayacağını iktidarın bildiğini, asıl sorunun sınırımızın dibinde tutmaya çalıştığımız 4 milyonun baskısından kurtulmak, bu mazlumların kendi topraklarında güven içinde yaşatmak olduğunu çok iyi biliyorlar. Ama Esed'e ve Rusya'ya duydukları mezhepsel ve ideolojik yakınlık ile Erdoğan'a (aslında düşüncesine, inancına) duydukları nefret kalplerini öylesine kör etmiş durumda ki, Erdoğan'ın Esed karşısında diz çöktüğünü görebilmek için değil otuz üç,  otuz üç bin asker ölse umurlarında olmayacak.

Neymiş, orada yabancı teröristler, savaşçılar varmış, bunlar meşru yönetime karşı başkaldıran isyancılarmış, Türkiye bu isyancılara yardım ederek bu ülkeyi karıştırıyormuş, Esed kendi halkını bu isyancılara karşı korumaya çalışan bir lidermiş vs. Halbuki içlerinde çok az başka yerlerden gelen mücahitler (cihatçı değil) olsa da, yabancı savaşçı dedikleri kişilerin kahir ekseriyeti yarım yüzyıllık diktatörlüğe başkaldıran o ülkenin kendi öp öz vatandaşları. Zalim yöneticiye karşı başkaldırdığı için tarihe bir sembol olarak geçen Hz. Hüseyin'i 1400 yıldır istismar eden İran Şiiliği ve onun uzantıları, babadan oğula halkına zulmeden Baas iktidarına meşru yönetim demekten, bu zulme başkaldıran Suriye halkına da ABD'nin, şunun bunun adamları diye iftira atmaktan hiç utanmıyorlar. Bunlara sormak gerek, Hz. Hüseyin kimin adamıydı acaba?
Topraklarının bir kısmını PKK-PYD'ye, bir kısmını ABD ve diğer batılı ülkelere kaptırmış ve onlara gıkını çıkartmazken, geri kalanını da kahrolası koltuğu karşılığında İran ve Rusya'ya peşkeş çekmiş, halkının bir milyonunu katletmiş, sekiz-on milyonunu ülkeyi terke mecbur bırakmış bir cani meşru lider oluyor, onun davetiyle gelen Rusya ve İran meşru güç oluyor, tek derdi mazlum halkı korumak ve sınır güvenliğini sağlamak olan Türkiye gayri meşru oluyor. Kime göre? Küresel soygun düzeninin teminatı olan BM'ye göre. 

Meşruiyeti tanımlayan uluslararası bir hukuk ne kadar vardır, bu tartışılır ama tartışma götürmeyen bir gerçek varsa o da uluslararası ilişkilerde meşruiyetin yegane kaynağının güç olduğudur. Rusya'yı Kırım'a, Doğu Ukrayna'ya; ABD'yi Afganistan'a, Irak'a kim çağırdı? İsrail hangi meşru nedenlerle yetmiş yıldır Filistin'de katlediyor, yıkıyor, işgal edip yeni yerleşim yerleri kuruyor? Geri kalan ülke halklarının kaderinin beş daimi temsilciden sadece birinin iki dudakları arasında olduğu bir dünyada meşruluk veya gayri meşruluk, sadece zora boyun eğmek zorunda kalanların, ya da ahmakların inandığı kavramlardır.  

Son olarak; yıllardır Suriyeli sığınmacıları geri göndererek Esed'in kanlı pençesine teslim etmek için her yolu deneyenlerin, Türkiye'nin sınır kapılarını açarak geçişleri serbest bırakması üzerine gösterdikleri sığınmacı duyarlılığı mide bulandırıyor. Yunanistan sınırından yürek sızlatan görüntüleri paylaşarak, çoluk çocuk bu insanların beş parasız, ekmeksiz, aşsız sınıra yığılmasını haber yapıyorlar da, Yunan polisinin acımasız muamelesine rağmen ne Yunan’a bir çift laf ediyorlar, ne dokuz yıldır bu drama seyirci olan batıya, ne de sorunun baş sorumlusu olan Esed'e. İnsani bir meseleyi siyasi kavgaya alet etmek doğru olur mu diyerek buradan da iktidara vurmanın bir yolunu buluyorlar. Bunlarla baş etmek gerçekten zor.